meryem
Wed 22 December 2010, 09:29 pm GMT +0200
B. İyi Niyet
Aklî ahlâk konusunda, en uzlaşmaz doktrin olan Kant'in doktrininin, Ödevin mücerret fikri içine aklın şeklî bir kanunu olarak anlaşılan iyi iradenin belirleyici prensibini yerleştirdiği bilinmektedir. Bu doktrine, Kur'ânî doktrinin basit bir metafizik yer değiştirmesi olarak bakmak mümkündür. Hiç şüphesiz Kur'ân-ı Kerim, eşyayı farklı bir nokta-i nazardan sunmaktadır: O, ödevin bu boş şeklini münasip bir maddeyle doldurmakta ve bu yüksek emrin uygulanması için daha başka yüksek bir otoriteyi tayin etmektedir. Mü'min ödeve fikir olarak, aklî varlık olarak değil, fakat o, temel bir hakikatle irtibatta bulunan olarak, bu akıl ile bizi donatan Yüce Varlıktan sudur etmesi sebebiyle ve oraya ahlâkî hakikat birinci sırada dahil olmak üzere ilk hakikatleri koymuş olarak itaat etmektedir. Ancak bu nazarî farklılıklar bir yana, biz, amelî iktiza olarak esasa ait sahip oldukları hususunda bu iki doktrinin ayniyetini tesbit edeceğiz.İslâm'ın mukaddes kitabı, bize, yalnız insanların değil, aynı zamanda makul, görülebilir ve görülemez bütün varlıkların, yaratılışlarının temel gayesinin, yaratıcılarına doğru bir ibadet ve itaat fiiliyle yönelmelerinden ibaret olduğunu öğretmektedir[66]Bu beyanı daha kesin formüllerle tamamlayan çok sayıda âyetler bulunmaktadır. Bu formüllere göre, Allah'ın emirlerine ruhun boyun eğmesi, halis ve katıksız olmalıdır[67].Kur'ân-ı Kerim'in bu ihlasla neyi kasdettiğini iyi anlamak için, bize kendileriyle bu halis disiplinin, gerçekte menfî, fakat çok ayırd edici bir tanımım takdim eden diğer iki âyet gruplarını ilâve etmek yerinde olur. O, fcirinci grupta temayüllerimizin nüfuzunun putların en kötüsü olarak düsturlarımızdan uzaklaştırılması gerektiği noktası üzerinde durmaktadır[68]. Diğer grupta, o, haricî âlemin tesirinden ruhumuzu kurtarmak istemektedir. O, bize insanların hakkımızda sahip olabildikleri kanaatler içinde veya bize karşı alabilecekleri tutumlar içinde ahlâkî enerjimizi arayıp bulmaya çalışmayı yasaklamaktadır. Onların değer vermeleri veya ayıplamaları, onların itiban veya nüfuzları, bizim için önemsiz olmalıdır[69]. Onların mükafatları ve şükranları da öyle olmalıdır[70]. Henüz Vahyin tam başlangıcında, Hz.Peygambere yöneltilen aslî emirler arasında son derece veciz şu temel kuralı okumaktayız: "Bir şeyi, fazlasıyla istemek üzere, verme.[71]Eğer irade, böylece bütün bu saîkler ile olan bağlarından kopmuş ise, o halde onun tahdit ve tayin eden prensibi nerede bulunmaktadır? Kur'ân-ı Kerim, bize onu muttaki adam hakkında verdiği bu tarif içinde göstermektedir. O, muttaki insanın kurtulacağım ve hoşnut edileceğini şöyle haber vermektedir. ''Kötülükten en çok sakınan, (başkalarına yardım için) malım vererek Özünü temiz tutan, kimse ondan uzak kalır. (Böylesi) iyiliğine karşılık, hiç bir kimseden mükâfat beklemez. Ancak yücelerden yüce, Rabbi-nin yolunda iyilik eder"[72]. Kur'ân-ı Kerim, bu anlamda fakirin değil, fakat "bizzat Allah'ın sadakaları kabul ettiğini"[73] söyleyecek kadar ileri gitmektedir. Hz.Peygamberin ifadesi de dikkat çekicidir, o, şöyle buyuruyor: Fakire sadaka veren kimse "sadakasını Allah'ın avucu içine koyar"[74]Bu nasslarm hepsinden Kur'ân-ı Kerime göre, iyi niyetin oldukça tam bir tarifi çıkmaktadır. Bu, itaat eden iradenin emri kabul ettiği tarafa doğru yönelmek için, bu iradenin isteyerek veya istemeyerek, batım veya zahirî, kendisiyle herşeyden ayrıldığı bir harekettir. Bu, dünyadan ve bizzat kendimizden bir ayrılma, ve en saf ve en mükemmel ideale bir bağlanmadır: Bizzat Allah'a.Davranırken insanın göz önünde bulundurması gereken tek mevzu olarak bu ideali sadece açık ve ekseriya eksiksiz deyimler halindeki nas-lar takdim etmekle karmıyorlar[75]. Fakat baştan sona Kur'ân-ı Kerim, bizi bu gayeye yöneltiyor. Bu, ruhları bu dünyevî havadan kurtarmak ve onların bakışlarını semalara doğru çekmek üzere dev bir teşebbüstür. Kur'ânî hitaba hâkim ilâhî düşüncenin ısrarlı bir tarzı olduğu söylenebilir. Ona iyice inanmak için sadece bu kitabı rastgele açmak yeterlidir. Ben, ister Allah'ın ismi, veya zamiriyle, ister sıfatlarından herhangi biriyle onun adının zikredilmediği yalnızca bir sayfanın değil, aynı zamanda ortalama olarak tek bir satırın dahi bulunduğunu söyleyemem[76] Şu halde, Kur'ân-ı Kerim okuyucusunun ruhu için, onu devamlı kuvvet ve ışığın merkez kaynağına getirmekten dolayı, bu ruhî âlemin çıngırak sesleri, onun kulağına o kadar sık sık geldiği sürece, derin bir unutma, ya da uzun bir gaflet imkânı yoktur. Dikkatimizi uyanık olarak sürdürmek ve niyetimizi temiz ve nezih kılmak için, belki bundan daha tesirli bir terbiye etme yolu olamaz.Bununla beraber dikkate değer bir husus, bu Kur'ân-ı Kerim, çıkar gütmeme konusunda niyet ile ameli asla birbirine karıştırmaz.Bu dünyanın malını aşağılamasına rağmen, Kur'ân-ı Kerim, hiç bir yerde sıkı bir ödev olarak hayatın nimetlerine sert bir şekilde sırt çevirmeyi tavsiye etmez. O, her şeyde aşırılığı kesinlikle yasaklamaktadır; fakat o, mutlak olarak ne ferdî refahı, ne de içtimaî mutluluğu yasaklıyor. Şahsî refah konusunda, o kendi ifadeleriyle şöyle buyurur:"Ey Âdemoğuliarı! Her namaz vaktinde (mescide giderken) temiz ve güzel giyinin (kelimesi kelimesine: süslerinizi alınız); yiyin, için, israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah'ın kulları için yarattığı ziyneti, rızkın temizini ve iyisini kim haram etmiştir? De ki: Bunlar dünya hayatında mü'min-ler İçindir"[77] Genel olarak, tarımcılığa, ticarete, sanayie, icat ve medeniyete gelince, bunları yasaklama şöyle dursun, o, durmadan bizi onları gerçekleştirmeye davet etmektedir. Bu konuda nasları çoğaltmaya h'iç de gerek yok; Allah'ın inâyetiyle insanların emrine amade kılınmış, yeryüzünde ve yeraltında mevcut her şeyden, denizde ve havada bulunan her şeyden, sınırsız bir ehemmiyeti haiz olan naslardan birini ona uygun bir şekilde vermek yeterlidir[78].Yalnız Kur'ân-ı Kerim, her şeyin hayırlısını hakkaniyetle sağlamaya elverişli bazı genel kurallara ait bu tedbirlerin elde edilmesini, paylaşımını, kullanılışını hüküm ve itaat altına almış olma vakıasının dışında, bütün dünyayı bir geçit, geçici bir durak kılmakta[79] ve onun bütün meşguliyetlerini ve metalarını bir gaye değil, bilakis başka bir şeye erişmek için bir vesile kılmaktadır[80]Kur'ân-ı Kerim'in bize talim ettiği çıkar gütmeme, eğer düşünce ve niyet içinde değilse, o halde neden ibarettir? Çünkü eğer ahlâkî kötülük, mal-mülk üretmeyi ve ona sahip olmayı hedef alan muayyen bir faaliyeti icra etmek için, maddî vakıa içinde bulunmuyor ise, o ancak bu icrayı talim ve telkin eden ruhun içinde bulunabilir. Ve biz, bu konuda bazan taban tabana zıt gibi farklı değere sahip olan altı durumu ayırd ederken, ancak İslâmî ahlâk nokta-i nazarını ortaya çıkartmaya ve formüle etmeye çalışacağız.
1- En fazla bilinen ahlâksızlığı tasvir eden birinci durum, içgüdüsel ve kötü aydınlanmış mülk sevdasıyla, temyiz etmeden ve ihtimam göstermeden insanın kendini maddeyi istilâ etmeye giriştiği durumdur. İşte bu, açıkça kanunen ve ahlaken suçlu sayılan ve tam anlamıyla " " körükörüne eğilime"[81](heva ve hevese) tapınma diye adlandırılan durumdur.
2- Ancak şayet filan veya falan nezaketsiz davranıştan kaçınmak için yapılan itinâ, ancak baskıyla veya üzerimizde başkaları tarafından icra edilen tehditle meydana gelirse, bununla ahlâkî suçluluk daha küçük olmayacaktır. Öyle ki, bu haricî engel yoksa da, onun yasak niteliğine rağmen, yine de sınır atlanmış ve kanun ihlâl edilmiş olacaktır, istememekle beraber insan kanunu harfiyyen icra etmeye zorunlu olduğuna göre, bu durumda yine insan ihtiras boyunduruğu altındadır[82]..
3- Şimdi ruhun bu çirkin davranışının mevcut olmadığını farz edelim. Fakat, işte, normal mesleğinin şerefle ve namusluca kendine yaşama konusunda güven verdiği bir insan. Bu insanın her kötü kazanç için derin bir nefret duyduğu bir hayat tarzına bağlılığını farz edelim; o buna ahlâkî yönden kötü olarak itibar ettiğinden dolayı değil, zira böyle bir mesele belki asla ona kendini göstermemiştir—, fakat o onun mizacına veya alışkanlıklarına aykırı olduğu için öyle davransın. Bu zararsız, salim durum, bu kendiliğinden şerrin yokluğu, makul iradenin zaferini değil, çocukça içgüdünün suçsuzluğunu oluşturmaktadır[83]Hayır ile şer arasında bir ayrım için hareket noktası ve kural için yasaklanan şeyden çekinme ve yalnız mubah olana yönelik mecburiyet olarak, meşru huzurun devamı bilinçli bir seçimden kaynaklandığı zaman ancak ahlâkî hayat başlar. Bununla beraber bu, ancak bir başlangıçtır; çünkü bu başlangıç bize kendini ileri sürdüğü zaman elbette kötülükten iradî olarak çekinmeye değer ise, bu durum ahlâkî kanunun mahkum etmediği bir şeyin kullanımında hiç sakınca görmemek manasında değildir. Ruhsat, tavsiyeyi ifade etmediği gibi, yükümlülük manasına hiç gelmez. Kelimenin geniş anlamıyla, ruhsat, kanunla çelişmezlik anlamındadır; fakat, burada söz konusu olan dar manada, o, yapıp yapmamaya dair ahlâkî imkân demektir. Oysa, mümkün, bizâtihî bütün varlık nedenini taşımamaktadır. Her varoluşun gerekli şartı, onun yeterli sebebi değildir. Öyleyse, kendimizi ihmal etmektense, bizi hakkımızı kullanmaya azmettiren prensibi başka yerde aramak gerekir, işte seçimimizin değeri bu prensipte yatmaktadır.Bu prensip ne olabilir? Bu soruya aşağıdaki üç durum, cevap vermektedir.
4- Kendi kendimize sorduğumuz zaman: Niçin meşru huzurumuzu arıyoruz? Bazan kendi kendimize şöyle demekle yetinmekteyiz; Bu, diğer tamamlayıcı saiklere itibar etmeden yasaklanmadığı içindir. Bu durumda az önce gördüğümüz üzere eylemimizin gerçek saiki, iki zıtta da aynı şekilde elverişli bulunması ve herhangi bir tefsire elverişsiz olması nedeniyle bizzat mülâhaza edilen kanun olamaz. Halbuki genel anlamda, kanunun ve menfaatin dışında, iradeyi belirleyen başka prensip yoktur. Öyleyse, eylemimizin gerçek saiki, mutlaka burada, fıtrî ihtiyaçlarımızı tatmin etmek zorunluluğunda olduğumuz temayüldür. Elbette, bu, ihtirasa köle olmuş, kör temayül değildir; fakat akla itaat etmiş ve bilgili bir temayüldür. Fakat bunun Önemi yok, çünkü özel seçimimizin temelinde olan kanun değil, daima menfaattir. Kanunun rolü, çift yönlü geçit Önündeki engeli kaldırmaktır, fakat ikisinden ancak birini alma emrini veren fıtrattır. Denilebilir ki, bu fıtrat, kendine ait tercihlerini seçmek için, kanunun ona ilgisiz gözükeceği bu uygun anı kollamaktadır. Genel seçimin beklenmesi ve teselsül kaidesine uyulması önemlidir; ama özel seçim, ahlaken anlamsızdır: O, bizâtihî böyle olduğundan ne kötülenmeye ne de Övülmeye lâyıktır, tşte bu, basit dediğimiz ve bu sahada ahlâkîiiğin en aşağı derecesini oluşturan tutumdur.
5- Buraya kadar biz, henüz tam anlamiyle takdir ve tasvibe müteallik zikirlere lâyık durumlar ile karşılaşmadık. İyi niyet, yasaklanmış şeylere karşı uyarmakla ve mubah olan şeye arzularımızı tâbi kılmakla yetinen niyet değildir. O daha müşkülpesenttir. Ayrıca ona arzu edilen mevzu-unun seçimim haklı göstermeye elverişli müsbet ahlâkî mülahazalar gerekmektedir. Böylece ekmeğini kazanmak, doyasıya yemek, temizce giyinmek, konforlardan yararlanmak, masum sohbetlerde bulunmak, bunların hepsi ve diğer pek çok benzer eylemler, hatalı bir aşırılık içine düş-mese bile, amacı yalnız bize hayatın hoş bir şekilde tadını çıkartmak olduğu sürece, mutlak olarak her ahlâkî anlamdan yoksundurlar. Bunlarda ne kadar oyalanırsak oyalanalım bu, ne yazık ki salih kişilerin büyük çoğunluğunun durumudur elde bulunan varlığımızın toplamı ağırlıksız ve değersiz olacak, hiçbir ahlâkî varlığa sahip olamayacağız ve ikinci varlığımız onunla orantılı olarak fakirleşecektir. Halbuki, meşru sebepler, onların hedef edinilen boşluğunu doldurmaya müdahale ederse, bizatihi bu ameller, ahlâkî zenginlikler haline gelebilirler. Meselâ, bedenime itina ile yükümlülüğümün ödevlerine daha cesaretli olarak dayanmaya çalıştığım zaman; en tabiî sohbetlerle hemcinslerimle çıkar gütmeyen bir dostluğu sağlamlaştırmayı kasdettiğim zaman; ekonomik alanda faaliyetimi uyguladığım zaman, ister ailemi ve kendimi cemiyetin sırtından yaşamak zahmetinden kurtarmak isteyeyim, ister daha az yardım görenler arasında mutluluğu yaymak, insan kitlelerine şerefle hayatlarını kazanmaya imkân vermek, memleketimin ilerlemesini artırmak veya daha genel olarak bu ilâhî eseri, içinde oturan bütün yaratıklara yaşamayi, saadet içinde olmayı ve yaratıcılarını övmeyi sağlamak için Allah'ın bize yönetimini verdiği bu yer küresini değerlendirmek isteyeyim, yalnız sahip olma hazzından başka birşey düşünmem.Böylece Islâmî hikmet, şerefli kazancımıza herhangi bir mecburî sınır tayin etmeksizin, ne bizzat kendileri için, ne bize sağlayabilecekleri haz için, fakat kendileriyle mubah olan şeyin ahlaken müstehap veya memurun bih haline geldiği makul gayeler için, bu dünyanın nimetlerini talep edilmeye değmeyen şeklindeki bu görüş tarzım zihnimize empoze etmektedir. Bundan dolayı müslüman hakimler, kendilerini özel bir hayat nevi ile ayırdetmezler; fakat onlar her yerde ortaya çıkmış olarak görünürler: Dünya nimetlerinden el etek çekmiş kişinin barınağında ve zahidin hücresinde olduğu kadar tarlada, dükkânda veya atölyede.
6- Gerçekte onlar arasında öyle misâller var bunlar orada çıkar gütmeyen en iyi örneğine rastlayacağımız misâllerdir ki, ancak iki iş arasındaki süre için âcil ihtiyaçları karşılamak üzere yedekte herhangi birşey bulundurmaksızın, sadece zaman zaman ve nadir durumlarda maddi hayat ile meşgul olurlar. Bu kişiler, aynı zamanda genel cihad vukuunda Devletin hizmetine bağlı kalmalarına ve bununla kendilerini toplumun yükümlülüğünde saymalarına rağmen, ailevî yükümlülüklerden halı olduklarından kendilerini tamamen kalblerini ve zihinlerini geliştirmeye tahsis ederler ve bununla birlikte onlar nafakalarını teminat altına almak için ancak asgarî zarurî olan gıdayı alırlar, ondan fazlasını başkasma bağışlarlar. Ehlu's-Suffa adı altında bilinen ve Kur'ân-ı Kerim'in telmih ettiği grubun durumu' böyledir[84]. Başkaları arasında tipik durum olarak Ebû Hureyre'nin ismi zikredilebilir. Hatta onlardan bazılarının taksim edici oldukları genel bir tevzide, kendilerine paylarını alma fırsatı verilen kimseler bulunur, fakat onların bu gibi nimetlere pek az önem vermeleri, onları kendi haklarından vazgeçi-rir. Mü'minlerin annesi Hz. Ayşe, bu şekilde icraatta bulunmuştur. Nihayet onlar içinde, amellerinin tam bilincinde olarak asgarî gerekli olan şeylerini bağışlamakta tereddüt etmeyen kimseler vardı[85]. Bu başkasını düşünürlüğün güzel bir Örneği, bize, aynı şekilde Hz. Ayşe tarafından verilmiştir[86].Bu yüce ruhların hedeflerinin ne olabildiği görülüyor. En meşru menfaatler, ellerinin erişebildiği yerde bulunduğu zaman, maddî hayatın bu menfaatlerinin aldatıcılığı, onları baştan çıkarmak şöyle dursun, ne onları bu şeyleri aramaya, ne de kullanmaya zorlamaktadır. Onlar, ahlâkî skalada o derece yükseğe oturmuş bulunmaktadırlar ki, bu maddî meşguliyetten doğan sadece tercih edilebilir; yaygın bir ahlâkî iyiliğe ne müsaade, ne de davet, onları ona tenezzül etmeye karar verdirtmez. Yalnız bu davet bir yükümlülük haline geldiği zaman, yani kelimenin dar ma-nasiyle hayatlarını korumak söz konusu olduğu zaman, bu takdirde nihayet onlar oradan inmek lütfunda bulunurlar, fakat tam zamanında bu kesin ödevi son derece âcil bir surette yerine getirirler, şu kadar var ki hemen gözde olan yerlerine tekrar yükselirler.Fakat Hz. Peygamber'in ashabı arasında tersine misâller eksik değildir. Ve bir Ebû Hureyre'nin durumunu, ancak tbn Avf gibi dikkate değer zenginliği vasıtasiyle meşhur birininki ile mukayese etmek gerekir. Aslında zahitlik, îslâm âleminde genel kaide olarak değil, bir istisna olarak mülahaza edilebilir. Ve bunu mücerret bir surette düşünmekle, genelleştirmenin dünya çapında çarkın iyi işlemesine zararlı olacağı pekâlâ itiraf edilecektir. Bu yalnız fizikî bakımdan değil, aynı zamanda ahlâkî düzen açısından da böyledir. Gerçekte, başkaları zarurî gıdaya sahip olsun diye, insanların bol kazanması icap eder. Yalnız daha iyi ve devamlı üretmek için değil, aynı zamanda kendine gerekli olan şeyi sağlamak için de herkese asgarî artan şey lüzumludur; çünkü iki kavram arasında müşahhas realite içinde açıkça onları ayıran bir sınır çizgisi yoktur. Hatta denilebilir ki, düzenli bir şekilde kendilerini sosyal faaliyetin dışında bulunduran kimseler, böylece pek çok sürtüşmelerden, karışıklıklardan, fenalığa sevk eden derûnî meyi ve heveslerden sakınarak, belli bir açıdan en az zor olan ahlâkî görevi tercih etmektedirler. Şüphesiz bu inzivaya rıza göstermek için önce onların kendileri üzerinde biraz gayret sarfetmeleri gerekir; ama bir defa bu adım aşıldı mı, gerisi kendiliğinden yürüyecektir. Bu, ancak ulvî melekelerimizin gücünün imtihandan geçtiği menfaatlerin karmaşıklığı ve birbirine dolaşıklığı içindedir. Tam ateşin ortasında dururken insan kendini yanmaktan nasıl kurtarır? Dünyaya dalarak cennet nasıl kazanılır? Bu tür problemlerin halli iledir ki, ruhun nuru, iradenin salâbeti ve kalbin safiyeti kendini gösterir. Fakat bu son mülâhazaların mücerret planda, şimdi işaret ettiğimiz ve aşağıdaki tabloda özetlediğimiz değerlerin hiyerarşisine hiçbir zararı dokunmaz:Tutum ahlâkî değer mekânı şema aritmetik şema Uygunsuz Kanuna aykırı En alt tabaka -2Baskı yoluyla uygun olan Ahlâka aykırı Alt tabaka -1
Fıtrî istidat sayesinde uygun Ahlâk dışı Yer seviyesi 0 Irâdî olarak uygun Az çok ahlâkî
Ruhsata uygun Orta Zemin kat 0'Tavsiyeye 1. Kat +1Yükümlülüğe En Üst kat +2Kelimenin dar anlamıyla, ahlâkî niyet, bu son iki derecede bulunmaktadır; yani irade, övgüye ve mükâafata lâyıktır. O, istenmeye lâyık ahlâkî bir hayrı orada keşfetmeden, sadece mubah olan bir amele kendini koyuveren iradedir; o, ister aslî bir ödevle ilgili veya yetkin nitelikli bir emir olsun, daima bir emrin icrasını takip eder ve hedef alır. Halbuki iyilik, daha geniş ahlâkî manada ister kanunun emrettiği şeyi icra etmeyi isteyerek, ister onun mubah kıldığı şeyi rahatça yapmak suretiyle olsun, kanunu ihlâl etmemek, genel olarak onun emirlerine uymamız hususunda edindiğimiz kaygıdan ibarettir.Fakat bu dahilî uygunluk, aşamanın en yüksek derecesinde bulunanı bile, doğrudan olan hedef konusunda, gayelilik açısından daha birçok özel şartları ihtiva etmektedir. Ahlâkçılarımız, burada mümkün olan çeşitli saikleri ayırmaya dikkat etmişler ve onlardan bazıları, onları silsile-i merâtibe göre tertip etmeye çalışmışlardır.însan ödevini yerine getirmekte olduğu zaman, bunu niçin yaptığını kendi kendine sorar ve ara sıra içinden şöyle söylemekle yetinir: Çünkü bu, benim ödevimdir. Eğer bu cevap, sözlü bir formül değilse, tam ve samimi olursa, onun münavebeli veya aynı anda olan bir sürü sebepler halinde çözülebilmesi aynı şekilde oldukça muğlaktır. Öyle ise daha fazla vicdanımızın derinliklerini karıştıralım ve kendimize ısrarla soralım: Bu ödevi niçin yerine getiriyoruz? Belki böylece ona itiraf etmeye bizi teşvik eden özel saik hususunda bize malumat verilmiş olacaktır. Memnunlukla bu hareketimizin ne baskıyla, ne tabiî temayül veya kazanılan alışkanlıkla, fakat şu veya bu yolla hareket etmeye bizi zorlayan kutsal kanunla olduğunu kabul edelim. Yine de bize, bu kanundan hangi açık ve seçik tarzda müteessir olduğumuzu bilmek kalıyor: Bu, Allah'a saygıdan mı, yoksa O'na sevgiden midir? Onun cezasından korkmaktan mı, yoksa O'nuıı lütfuna umut bağlamaktan mıdır? Yoksa bu, bu emrin niçinine dahi bakmadan, kanunun hedef aldığı hayrı gerçekleştirme kaygısı ile mi, veyahut sadece kesin emre teslim olmadan dolayı mıdır?Ebû Tâlib el-Mekkî, mü'mine tesir edebilen ve onu Ödevini yerine getirmeye teşvik eden ruhun farklı durumlarının hepsini, tek unvan altında "Allah için" sıralamasına rağmen, bu farklı durumları sıralarken aralarında muayyen bir derecenin olduğunu teslim etmekte, fakat onun derecelerini tanzim etmeyi nasıl anlıyor, söylememektedir[87]. Şüphesiz o, en azından bu derecelenmenin daha önce ana hatlarıyle tanınmış olduğunu farzetmektedir.Gerçekten bu faslın başında zikredilen Kur'ân naslarmdan başka, Kur'ân-ı Kerim'in şu güzel tabiri içinde ifade edilen ödevin temel prensibini bulmaktayız: "Allah bizzat kendisine takva ile itaat edilmeye lâyıktıf'[88]. Daha manidar başka bir ifadeyi, Peygamber'in, Ebû Huzeyfe'nin hısımı olan Salim'in metanetli faziletini şöyle söyleyerek methettiği hadiste bulmaktayız: "Allah'tan korkacak hiçbir şeyi olmasa bile o, O'na itaatsizlikten sakınacaktır"[89].Bu veciz medihler engin manalara haizdirler. Çünkü onlar daha sonra İslâm ahlâkçıları tarafından geliştirilecek olan silsilei meratibin ilk temellerini daha şimdiden atıyorlar.el-Hakîm et-Tirmizî, "Meseleler ve Cevaplar"mda, özellikle ilâhî azamet karşısındaki saygı duygusu üzerinde durmaktadır. O, bu duygunun tesirli rolünü, dahilî olduğu kadar haricî de olan yalnız kötü telkinlere karşı değil, aynı zamanda ruhun kaygısızlık ve dikkatsizliğine karşı da yüceltmektedir. Bu hedefe erişmek için, 'İnsanların, yalnız ceza korkusuna değil, aynı zamanda Allah'ın azameti hakkında bir büyük saygı ve sevgi duygusuna da ihtiyacı olmaktadır"[90] der Bu yüzden talebelerinden biri, namaz esnasında ruhunu bir yere toplamaktaki güçsüzlüğünden ona şikâyet ettiği zaman, Hâkim, ona bir re-
mizle cevap verir. O, özetle şöyle der: "Şarkılar, türküler ve her türlü zevklerle yankılanan bir saray düşün; herkesin çılgınca eğlendiği ve doyasıya oynadığı esnada, adamın biri kralın gelişini ilan ederek içeri girdiği zaman, o anda görmez misin, bütün sesler kesilir ve herkes Krala saygıdan dolayı az önce meşgul olduklarını terkeder?" diye nakl-i kelâm eder. Şu halde kalb, Allah'ın azamet ve şanını seyr ve temaşa ederek derin tefekkürât ve tahayyulâta dalar dalmaz, bütün faaliyetlerini keser ve bütün manasız zevklerine boş verir "[91]. Müellif başka bir risalesinde, parasını ödünç vermek zorunda olan mü'minin tarzını belirledikten sonra, şöyle ilâve ediyor: "Fakat, muhtaçlara malını verdiğin zaman, ruhunu bir sevap karşılığı beklemeye bırakmaman gerekir; çünkü o söylemesi çirkin olan "Ya rabbi! buna karşılık bize ne vereceksin"[92] demeye gelir.el-Gazâlî, bu konuda daha açık ve daha dolaysız olacaktır. O, şöyle der: "Bütün iyi niyetlerin en kıymetlisi, ezoru ve en üstünü, en mütevazı taat ve ibadete lâyık olarak Allah'ın şanını hedef alan niyettir"[93]. Muhabbet duygusundan bahsederken Gazâlî, onu aşağı yukarı saygı duygusuyla aynı yüksekliğe yerleştiriyormuş gibi geliyor; çünkü o, bunu, aynı zamanda, akıl sahiplerinin ve büyük müttakîlerin mümtaz vasıflarından biri kabul eder. O, bu sonuncuların Allah'a yaklaşmaktan başka birşey-de gözleri yoktur, der: Herşeyin hakikatini buradan görmek, duymak, bilmek ve daha iyi tanımak, onlara göre "Yegâne faide, bizzat gerçek mabut olan mevcutta bulunmaktadır"[94]. Mü'minlerin alâkadar olduğu duygular konusundaki görüşü, ceza korkusu veya mükâfaat isteğidir ki, bunu daha ileride göreceğiz. Bildiğimiz kadarıyla ödevlerimizi eda ederken, ondan sonuçlanması kabul edilen ve kanunun zaten gerçekleştirmesini hedef aldığını bildiğimiz sonuçlar üzerine bakışlarımızı yöneltme hakkına sahip olup olmadığımızı bilmek veya tersine onun neticeleri ne olursa olsun onunla kendimizi meşgul etmeden bakışlarımızı bizzat amel ile sınırlamak zorunda olup olmadığımızı bilmek meselesi olan sonuncu karşılaştırmanın dakik bir inceleme ile bu mertebelendirilmesini ikmal etme işi, Şâti-bî (ölm.790 H.)'ye nasib olmuştur. Başka bir tabirle, müellifin aynı ifadesi tekrar ele alınacak olursa: Eğer bir zanaatciye veya bir tüccara, niçin bu işlerle meşgul olduğu sorulursa, "yaşamam ve yakınlarımı yaşatmak için" diye cevaplandırabilir, veya sadece şöyle demek zorunda olur: "Çünkü Allah, benden bu amellerle meşgul olmamı istedi. Şu halde bana düşen şeyi yapıyorum; geri kalanını, herşeyin kendine ait olduğu Zât'a bırakıyorum".Müellif, Muvafakatimin [95]güzel ve uzun sayfalarında iki durumdan her birinin lehinde olan sebepleri ardarda ileri sürmek suretiyle tez ve antitezi, iyice ölçüp biçmektedir. Ve o, kesin çözümün, birçok faktörlere bağlı olduğunu ve durumlara göre değişmek zorunda olduğunu söyleyerek sonuca bağlamaktadır. Daha sonra değiştirmek ve formülü tamamlamak pahasına da olsa onlardan okuyucuya mümkün olduğu kadar açık ve tam bir şerh ve tahlil vermek için, meselenin önemi ve tahlilin nüfuzu, bütün ağırlığımızla biraz bu diyalektik düşünce üzerinde durmamıza izin vermektedir.Yalnız onun çift yönlü tahlilini kemiyet bakımından mülâhaza etmek suretiyle, böylece tek ve aynı şey olarak iradenin mâhiyeti ile illetini karıştırarak ahlâkî sebeplerin çoğunun lehinde olduğu doktrinin, amele ait niyetin mutlaka sınırını gerektiren doktrin olduğu derhal söylenebilir.Şâtibî, ödevin bu tarzda tasavvurunun kanun koyucusu üzerinde hak iddia edenler olarak değil, kanuna boyun eğmiş olarak beşeri durumumuzla tam ahenk içinde bulunduğunu söylemektedir. En saf ve her menfaatten en fazla sıyrılmış olan niyet, işte bundan ibarettir. Hareket ederken, bakışlarını amelinin tabiî veya mukaveleli sonuçlarına diken kimse, bunlar ahlâkî emirden olsa bile, kendini bütünüyle Allah'a vakfetmez, fakat bir nevi beklenen sonuç karşılığında kendini vakfetmiş olur. Bu konuda, bize nakledilen en çarpıcı misâl, aldanmış sofunun hikâyesi yoluyladır. "Kim, Allah için, niyetlerinin ihlâsına riâyet ederse, kırk gün sonunda, kalbinden, lisanında hikmet kaynaklarının fışkırdığını görecektir"[96], diye söylendiğini duyan, bu zat, bu nasihati noktası noktasına yerine getirmek için boşuna çabalayıp durur. Olağanüstü birşeyin meydana geldiğine dair hiçbir şey görmeden kırk gün geçip gitmiş, o hâlâ her yerde bir açıklama bulmaya çalışmaktadır. Nihayet o, bunu, bizzat kendini Allah'a adamada değil de, gerçekte hikmeti elde etmeyi düşündüğü bir vakıada bulur.aynca bu, amel ile neticeleri arasındaki zihnî kopma yoluyladır ki, insan kendine imandan daha çok Allah'a daha büyük bir iman gösterir, çünkü o sebebi neticeden böylece ayırarak, artık bu sonuncuyu sebebi nedeniyle tabiî birşey olarak görmez, bilâkis yalnızca yaratıcının irâdesinden sâdır olan bir şey gibi görür.Bu hikmetli tutumun pek çok lütuflan olacaktır: Önce onlar kendilerini doğrudan doğruya kendi içimizde, sonra ödevimizi yerine getirdiğimiz tarzda göstereceklerdir; nihayet onların, istikbâl için, almak zorunda olduğumuz davranışımız üzerinde yankıları olacakür. Ödevini, sırf ödevi olduğu için yapan kimsenin ruh halini iyice takdir etmek için, sonucu beklemenin ruha ne derece sıkıntı verdiğini, ne kadar çok kaygılar meydana getirdiğini mülâhaza etmek yeter. İnsan, herhangi bir olaydan önce kendine sorar: Gayretim, verimli sonuca ulaşacak mı, yoksa başarısızlığa mı uğrayacak? Hangi dereceye kadar başarıya vakıf olacak? Sonra, neticenin aşağı yukarı tatmin edici olmasına göre, daha iyi yapsaydım, daha çok elde etmeyecek miydim? Yahut, günahsız olan davranışları üzerinde yargıda bulunursa: Ne adaletsiz talih! diye söyler. Kadere karşı olan bu parçalanma, bu dağılma, bu iç daralması, bu üzüntü ve bu isyan, hülâsa bunların hepsi, yarının sırrına attığımız düşüncesiz bir nazardan ileri gelmektedir. Öyleyse hal ve gelecek arasına kalın bir perde bırakalım, amel ile neticeleri araşma geçit vermez bir duvar çekelim, işte o zaman hüzün ve kederi gerektiren bu kalabalıktan kurtulmuş oluruz. O halde, Hz. Peygamber'in buyurduğu gibi, halihazır ödevimizi uygulamak olan, tek ve biricik kaygı ile başbaşa, kendimizi tama-miyle çalışmaya verelim ve gerisini Allah'a emânet edelim, elbette O, onu bizden daha iyi deruhte edecektir[97].Demek oluyor ki, amacın sadeliği, gayretin hep bir nokta üzerinde toplanması, iç huzur, işte tam bir çıkargütmenin fedakâr ruha sağladığı lütuflar bunlardır.Amele gelince o, sabırlı, hakkaniyetli ve mükemmel bir biçimde ilerleyecektir. Gerçekten, gayretlerimizin meyvelerini toplamaktaki aceleciliğimizin, kaçınılmaz bir ayrıntıyı bize ihmal ettirdiği veya kast ve niyet edilen amaca onları uydurmak için davranışları değiştirmeye bizi zorladığı, az görülen birşey değildir. Zanaatkarın hilesinin, ticari konudaki aldatmacanın, sonucun bu aranışından başka bir kaynağı var mıdır? Bir âlimin vakitsiz vardığı sonuçlar, bir kahramanın güçten düşmesi, gayretli bir mü'minin gevşemesi, bu konuda en açık misaller değil midir? Fakat eğer biz, tersine ödevin kuralını mülâhaza etmek ve bize teklif edilen örneğe uymakla yetinirsek, ihmal etmek için amele verdiğimiz özel itina, bu konuda gösterdiğimiz vefakârlık, o şekilde olacaktır ki, onlar neticede bu fiili bizim gözümüzde, ondan doğacak semere vasıtasıyla değil, bizzat takdire lâyık bir sanat eseri gibi bulmak suretiyle tamamlanacaklardır.Nihayet, eşyayı bu tarzda görme, amellerimizin arkasında ortaya çıkabilecek bütün olaylara karşı koymak için,bizi zarurî iki faziletle süsleyecektir. Gayretlerimizin verimsizliği mi ortaya çıkacaktır? Biz, daha önce aşağı yukarı kendimizi ona hazırlamıştık ve o, bizim için fazla sürpriz olmayacak; bilakis daha önceden kestirdiğimiz en kötü veya en azından çok ümit bağlamadığımız cesaret kadar en üzücü neticelere tahammül edeceğiz. Tersine, onlar memnuniyet verici neticeler sağlayacaklar mı? Bu, bizim için hemen lütuf ve ihsanının sonuçlarını bize ikram eden Yüce Tanrı'd an sonsuzca hoşnut olacağımız güzel bir sürpriz olacaktır.İşte bunlar tezi savunmak için yeterli delillerdir ki, bu teze göre niyetin ihlâsı, her sonuçtan yalıtlanmış olan zarurî amel içinde mutlak olarak ısrar etmekten ibarettir.Fakat zıt doktrinin de o konuda kendine has gerekçeleri vardır. Hemen onun bu prensibin yerine daha kıymetli başka bir prensibi yerleştirmek iddiasında olmadığını söyleyelim. Yalnız o, bu kavramın, bütün değeri içine alma ve başka bir mülâhazanın her ahlâksızlık ilavesini ayıplama hakkına itiraz etmektedir. Şu halde o, yapmak veya kaçınmak için gerekli bütün gücü ve ona ilave edilecek çift yönlü bir nokta-i nazarın ahlâkî zorunluluğunu oluşturacak mecburî veya yasaklanmış amel fikrinin yetersizliğini gösterecektir.
1- Amelin muhteva ve önemini belirleyen tabiî sonuçların nokta-i nazarı.
2- iradenin kendine edindiği ve onun nazarında amelde ortaya konulan ahlâkî yükümlülüğü haklı gösteren neticenin nokta-i nazarı.Gerçekten bu ikinci nokta-i nazarda, vatanını savunan kahramanın, halkını kalkındırmak isteyen ıslahatçının, faaliyetlerinin hedefiyle ilgili hiçbir görüşe sahip olmamalarına, amellerinin gayesine ilişkin hiç ihtimamları olmamasına nasıl engel olmaz? diye kendimize sorabiliriz. Bufaziletli insanların görüşünü, münhasıran amelin acil veya doğrudan sahip olduğu hususta amel ile sınırlamak istemek, uzaktan onların bakışına engel olan bu koyu gözlüğü onlara zorla kabul ettirmek istemek gibi durumlar, onları bizzat cesaretlerinin kaynağından mahrum etmek değil midir? Stratejisinin sistemini çalıştırır çalıştırmaz, kendini tamamiyle tatmin edilmiş olarak gören bu aksiyon adamı kimdir? Peygamber'in misâli, bu alanda bizim için örnek alınması gerekli bir misâldir. Onun, görevini başarmak için ne kadar çok uğraştığı, ümmetine iman vermek için ve onlara doğru yolu göstermek için Allah'a ne kadar dua ettiği fazlasıy-le bilinmektedir. Gerçekten, her enerjik insanın bu kaygısı, marazı bir vesvese haline dönüşmesini gerektirmez, nitekim o, kayıtsızlığa ve ilgisizliğe düşmesini de gerektirmez. Ve Kur'ân'm rolü, tam orta yola götürmek için, açıkça Peygamber'in bu galeyanını ılımlılaştırmak, kaygılı kalbine bu teselliyi ve bu sükûneti vermek idi[98]Amelin tabiî sonuçları hususunda, kötü bir ameli yansıtan insanın durumunu tetkik etmek ve ister onun yakın veya uzak yankıları arasında olsun, ister onun başkalarına vereceği kötü misâlin yayılmasıyle olsun, onun sahası düşünülecek olduğu zaman, faaliyetinin doğrudan doğruya olan mevzuunda karar kılmış bulunan kötülüğün ağırlığı ile bu kötülüğün ahlâkî tehlikesi arasında vicdanında mevcut olan farkı düşünmek yeter. Onlar bu açıdan düşünüldüğü andan itibaren, ilk bakışta bize çok küçük bir önemi haiz olarak görülebilecek günahlar, bize korku vermekten ve ondan ileri gelen sorumluluğu daha ziyâde hesap ettirmekten geri kalmazlar. Öyle ki, amelin ufku geniş satıh kazandığı sürece, ahlâkîli^ ğin burada derinlik kazandığı söylenebilir. Bu prensip gereğince, küçük miktarda bir sahte paranın ticarete sokulması olayının, bu fiilin parasal tedavül içinde tayin ettiği hilenin sürüp gitmesinden dolayı, aynı değerde yüzlerce parayı çalmaktan daha tehlikeli olduğu söylenmiştir. Yine bu prensip gereğince, Gazâlî şöyle diyebilmiştir: Düşüncesiz basit bir bakışla günah işleyen kimse, bir defa gözlerini kapatması gerektiği yerde gözlerini açarken, ilâhî eseri kötü kullandığından dolayı, yalnız görme organının yaratılışı ile ilgili değil, aynı zamanda yerin, göklerin ve bütün kâinatın yaratılışı konusunda yaratıcıya karşı çok ağır bir nankörlükte bulunur; çünkü, diyor o, ancak göz, baş vasıtası ile, baş vücut vasıtasıyle, vücut gıda vasıtasıyle, gıda, hava, su, toprak, güneş, ay v.s. vasıtasıylevarlıklarını sürdürmektedir; kâinat ancak karşılıklı olarak birbiriyle da-yanışan bütün parçaların bir heyet-i mecmuasını oluşturur"[99]Şâtibî, bu lehte ve aleyhteki mücadeleden aşağıdaki neticeyi çıkarmaktadır:Şu halde eylemin tesirleri konusunda uzaktan görülen manzaranın her türlüsünü ne toptan reddetmek, ne genel olarak kabul etmek gerekir; fakat .eyleme teşvik etmek üzere tabiatla ilgili olan mülâhazanın bir tesiri ile, ondan vazgeçirmeye veya onu ihmal ettirmeye doğru yönelen başka bir tesir arasında bir ayırım ortaya koymak gerekir; insan, birinci durumda ona dikkat etmek hakkına sahip olmaktadır.Bir ayrımın zaruretini kabul etmekle beraber, bizim formülümüz biraz farklı olacaktır.Evvel emirde objektif neticelerle ardından sürüklemeye elverişli olan amelleri takdir etme yolunun, yalnız ahlâkî isteklerimizin derecesini yükseltmeye veya Önceden daha az karanlık bir ışık altında kabul edilen hataları gözümüzde artırmaya değil, aynı zamanda bu yolun ara sıra şu veya bu amele ait kararlarımızın bizzat tabiatını değiştirmeye yaradığı vakıalar vardır. Burada cinayeti cezasız bırakmaktan, hakkın yerini bâtılın gasbetmesinden, zulmün hakim olmasından daha gayrı meşru ne vardır? Fakat eğer kınama, ondan daha çok tehlikelere yol açan bir hataya sevk ediyorsa, eğer bâtılı rezil etme, hakkın kararmasına neden oluyorsa, eğer düzeni sağlamaktan aciz olan tirana karşı ayaklanma sadece masumların kanını akıtmaktan ve müstebiti olduğundan daha tahakküm eden kılmaktan başka birşey yapmıyorsa, pekâlâ şu meşhur prensibi uygulamanın yeri değil midir? îki kötünün en kötüsünden sakınmak ve en hafif olanı kabul etmek. O halde biz, yalnız olabileni değil, aynı zamanda yakından veya uzaktan müesseseyi ve müşahhas ödevin bizzat tanımını etkileyebilen düşüncenin bütün tahmin edilebilir neticelerini önceden mülâhaza etmek zorunda olunan hususu söyleyeceğiz. Şâtibî, zaten başka yerlerde bunu itiraf etmektedir.Doğrusu, bu durumlarda esere yönelttiğimiz bakışın, eylemin hareket ettirici bir kuvvetini bize vermediğini, fakat daha çok yasamanın bir şartını veya bir saikini sağladığını tayin edebiliriz. Bu bakışın faidesi, iradeyi harekete geçirmekten ziyade ödevin anlaşılmasına ışık tutmaktır, çünkü o,ödevin emri, kendini iradeye empoze etmeden önce, gerçekleştirilmek zorundadır. Gerçekten, tabiî seyr, vicdanın ilk önce yerine getirilecek eylemin tüm şartlan konusunda aydınlatılmış olmasını gerektirir. İster başka mülâhazalara başvurmadan onu kesin olarak zorunlu farz edelim; isterse girişilen iyiliğin daha büyük bir kötülüğü kaçınılmaz olarak sürük-lemediğini veya tasavvur edilen ödevin başka zâtı bir Ödevle etkisiz hale getirilmiş olmadığını sağlamak için daha önceden alman tedbirlerimiz olsun. Yalnız eylemin statüsü böylece tesis edildiği zaman, bu eylemden beklenilecek olan neticeler, itaat etmeye ilişkin iradenin dayandığı gayeleri meydana getirebilecektir.Bu uyan akla uygundur ve bizim yapacağımız şey ancak ona uymaktır. O halde biraz önce İşaret ettiğimiz misâlleri bir tarafa bırakalım ve yalnız ödevin tayinine katkı olarak değil, aynı zamanda faaliyetinin amacı konusunda daha önce yeterince aydınlanmış iradenin bir muharriki olarak neticenin mülâhazasından ahlâkî değeri incelemekle yetinelim. Oysa, biz burada hâlâ, bütün neticelerin eşit şartlar içinde incelenmiş olmak zorunda olmadığını ortaya koyuyoruz. Burada, tartışılmaz ahlâkî bir değere sahip olan, objektif gayeler olarak, hizmet edebilen neticeler vardır; meşruluğu tartışılabilen sübjektif gayelerden başka birşey olmayan diğer neticeler de vardır; nihayet, aynı şekilde sübjektif gayeler olan diğerleri vardır, fa-' kat bu, mahkum edilen egoizm manasına gelen, sübjektivizm kelimesinin en aşağı manasmdadır. Ve genel olarak, gayelilikle ilgili bu üç nevin, arzet-mekte olduğumuz niyetin üç tabakasına tekabül ettiği söylenebilir.Fayda, aynı zamanda tek basma gerçekleşebilmesine veya iradenin başka bir hareketiyle amaçlanmış olabilmesine rağmen, ben objektif gaye tabiriyle vicdanın süje dışında haddi zatında yerleşmiş olarak gördüğü gayeyi ve süjenin ondan sağlayabileceği objektivist olarak iradenin asla lehinde olmayan faydasını kastediyorum. Tersine sübjektif gaye, süjenin kendisi için yararlanılabilir olarak faaliyetinden beklediği neticedir.Ahlâkîliğin en üstün prensibi, niyetin bir objektivismî içinde aranmalıdır, iyi denebilen irade, gayretinin karşılığını isteyen veya dileyen irade değil, fakat kendini armağan eden, kendini veren, hesapsızca kendini harcayan, ideali uğruna bizzat kendini unutan iradedir. Halbuki bu ideal, birbirinden oldukça farklı ve her ikisi de Kur'ân tarafından teklif edilmiş olan iki açıdan kendini bize göstermektedir. Birinci cepheden niyet, ödevin mücerret şekli üzerinde durmaktadır. O, en yüce buyruk olarak emri uygulamayı gerektiren tek fikir tarafından tahrik edilmiştir. Emrine uygun düşmek ve rızasını almak için, onu haklı göstermeye elverişli sebepler bir yana bırakılırsa, bu emri niçin verdiğini anlamayı araştırmaksızm, itaat edilmeye lâyık olduğundan dolayı Allah'a itaat etmek, işte sadakatin birinci veçhesi böyledir. Fakat uğruna sadâkatle teslimiyet gösterilmesi gerekli olan bu idealden daha az mücerret başka bir şekil vardır. însan, bu şekilde duracak yere, buyruğun derin manasının künhüne nüfuz eder, kanun koyucusunun hedefi ile kendinin hedefinin aynı olmasını tutturmaya çalışır; tek kaygısı düzeni, adaleti ve gerçeği tesis etmek olur; kısacası bilinen ve kanun tarafından amaçlanmış olması düşünülen iyinin gerçekleştirilmesini ister.
Gördüğümüz gibi Kur'ân, çoğu kez birinci şekil altında iyi niyetin hedefini takdim etmiştir. Fakat adedi az olmasma rağmen, bizatihi hayırdan niyetin ideal bir örneğini kılan naslar gayet açıktırlar. Nitekim Kur'ân-ı Kerim, yalnız Allah'a itaat etmek için değil, aynı zamanda ezilen zayıfları[100] kurtarmak için, bunların maruz kaldığı çetin felâketleri ve onları dinden vazgeçirmek[101] amacıyla yapılan teşebbüsleri durdurmak için, mü'minleri düşmanlarıyla savaşmaya teşvik eder. Öte yandan Allah yolunda cihad nedir? Peygamber, bunu bize şu terimlerle tammla-mak-tadrr: "...Gayesi, Allah'ın iradesini üstün kılmak olandır"[102]Bu iki tutumdan hangisi daha çok ahlâkîdir Kanaatimizce, bu soruya verilen cevabın, imana veya akla verilen önceliğe göre değişmesi gerekir.Gerçekten bir rasyonalist için, gözü bağlı bir güveni, basamağın en yüksek derecesine koymak ve bilgili ve basiretli vicdanı ikinci sıraya indirmek kabule şayan olmayacaktır. Hükmün âdil ve makul olduğunu bildiğinden dolayı ona itaat eden kimsenin kanuna hayranlığı ölçüsünde saygısı da olmasına rağmen, sebeplerini anlamayı araştırmadan bir emre itaat eden kimse ise, emre sadece hükmün buyurucu vasfı dolayısıyle boyun eğmiştir. Böylece hükmün derin manasını idrak etmeyi hedef alan niyet, imanın güzelliği ne olursa olsun azaltmak şöyle dursun, onu temellendirecek şeyi ve onu sarsılmaz bir şekilde devam ettirecek olanı ona ilâve eder.Fakat, iman ehli için, zekânm hudutları içinde kalan iman, gerçekten var olmayan demek gibi olmasın, kösteklenmiş ve sakatlanmış bir imandır. Gerçekte o, bizim tasdikimiz konusunda bizzat bizde olandan yani kısmî bilgilerimizden daha az bir güveni göstermektedir. Oysa doğrusunu söylemek gerekirse iman ancak bu bilgilerin kesildiği ve bir kaziyenin gerçekliğini veya âdilliğini temellendirmek için münasip özel hiçbir kanıta sahip olmadığımız, fakat teklif edilen şeyde değil, ancak teklif eden otorite içinde bulunan çok genel, yaygın bir sebebe sahip bulunduğumuz yerde vardır. Bununla birlikte, niyetini ilâhî teşri'in amaçlarıyla aynı kılmak için kendi bilgilerine güvenen kimse, ne kadar çıkar gözetmezse gözetmesin, amacı ne kadar yüksek olursa olsun, daima ideal kemâlin berisinde kalır. Çünkü adil ve dürüst alemşümul bir düzeni tesis etme kaygısının hâkim olduğu en yüksek nitelikli fikir, buradan yalnız mahlûka bağlanmış olarak kalmaz ve hatta yaratıcıya yükselemez, aynı zamanda hiçbir zihnî gayret, şu veya bu düzende Allah'ın hikmetlerini tamamen keşfetmekten ve kucaklamaktan asla emin değildir. Şu halde gayretlerimizin yöneldiği bu hedeflerden hiçbir şey; ne kapasitede, ne yükseklikte, ilâhî hikmetin hoşnutluğundan ibaret olan şeye eşit olmayacaktır. Bu öyle bir hoşnutluk ki ancak onun istediğini istemek suretiyle ve onun idrak edebileceği bilinen veya bilinmeyen sebeplerle tam olarak elde edilir. îş-te bu, bütün değerlere hakim olan en yüksek noktadır ve onun üstünde en mükemmel niyet için mümkün olan hiçbir hedef yoktur Hiç şüphesiz, bu iki hedefin mukayesesi, onlar arasında ne kesin bir ayrımı belirtmek, ne de irade önünde bir nöbetleşmeye yol açmak zorundadır. Bunlar daha ziyade, gerçek değer çeşitliliğinin, onları idealin kemâli için gerekli kıldığı tamamlayıcı iki unsurdur. Biz, gerçekten onların mutmain ruhlarda birlikte var olduklarını bile ifade edebiliriz. Muhakkak surette aydın vicdanda, kimi kez birinin, kimi kez diğerinin ağır bastırdığı muayyen küçük bir fark. Bir taraftan en anlaşılmaz, hatta görünüşte en sert buyruklara itaat eden mü'min, herhangi bir hevese veya canının istediği birşeye boyun eğmeyi hiç de kasdetmez. O, bu emirlerde bir akıl parıltısı görmese bile, zımnen itaat ettiği en hikmetli emirlere sahip olması gerektiğine kesin bir surette inanır ve onların tabiatlarını ayırt etmeksizin gerçekleştirmeye çalışır[103]. Başka bir yandan en açık âdil emirler içinde birden keşfedilen ahlâkî hayrı gerçekleştirme kaygısı, mü'mi-nin vicdanında, diğer bütün kurallara umumî ve şartsız olan tasvibinin az çok müphem bir şuurundan asla ayrılmaz, bu tasvip olmadan mü'minisminin ona kullanılması lâyık olmayacaktır[104] Böylece dinî bir ahlâk için, iki nokta-i nazar, dayanışma içindedir ve zımnen birbirlerini ifade etmektedirler.Doğrusu perspektifde en yüksek ve en geniş olan, aynı zaruretle onun tarafından içerilmeksizin diğerini zarurî şekilde ihtiva eden, güvenen imanın ve mutlak boyun eğmenin nokta-i nazarıdır. Gerçekte, umumî iyiliğin bu sıfatla sürdürülmesinin bir çeşit iyiliksever tabiî istidattan ileri gelmesi mümkündür ve bu durum ateistler nezdinde ekseriya vâkîdir. Bu hal, kanunun buyruklarından bağımsız olarak onların gözünde bizzat adalet ve yardımseverliği sevimli kılar. Oysa bu çeşit kendiliğindenliğin ahlâkî değeri olmadığını görmüştük. Halbuki Allah'a itaat etme fikri, insan ve kâinat için en büyük hayrı hedef alan en hikmetli vasıtalar olarak O'nun emirlerini anlamaksızm asla olmaz. Eğer bu idrak (anlama), ancak uzun müşahedeler ve derin düşünmeler karşılığında açık ve seçik, sağlam ve sarsılmaz duruma gelirse, o ancak ahlâkî gelişmenin çok yüksek bir derecesinde vicdanın birinci planma geçebilirse, bu takdirde o, iman erkânına dahil olmuştur; fiilen bu, en az bilgili olsa da, her mü'minin ruhunda aşağı yukarı belirli belirsiz olduğu halde mevcuttur. Şimdi, merkezî formülü yakalamak için çeşitli derecelere elverişli olan ahlâkî idealin bu derece ayrımlarını bir kenara bırakalım. Bu formül şöyle olacaktır: İster şekli üzerinde durarak, ister özüne nüfuz ederek iradenin mevzuunu, dinin mevzuu ile aynîleştirmek. İster kanun koyucuya hürmeten ondan uzakta durmak, isterse muhabbet cazibesiyle veya şükran bağıyla ona yaklaşarak olsun, bakışını bu mevzu üzerine tesbit etmek, işte, ruhun ulv-i cenablığının kendini tanıdığı objektivizm oradadır.Bu en yüksek noktayı terk eder etmez, hemen sübjektif gayeler seviyesine, yani menfaate düşeriz. Maddeden uygun bir irade için, bu dilemden (ikilemden) kurtulmanın çaresi yoktur: O, ya kanunun veya kendiliğinden iyinin hizmetindedir, ya da şahsî iyiliğinin arkasındadır. Bu iki çeşit iyinin, tam olarak birbirinin aynı olabilmeleri ve hattâ birbirine meze olabilmeleri söylenebilir mi? Genel iyinin, pekâlâ aynı zamanda kendi iyiliğimiz olabilmesini kabul etmek istiyorum; fakat hareket eden süje açısından, izzet-i nefisle hareket etmiş olan benin, bir ve aynı hareketle, kanuna göre dışarıya yayılmaya ve bizzat kendisine dönmeye elverişli olup olmadığı sorulabilir. Hatta bunu mümkün farz edersek, bu çift yönlü hedef, her halde şimdilik ayrı ayrı incelemek zorunda olduğumuz iki kategoriye aittir[105].Şimdi mesele, bu sübjektif hareket ettirici kuvvetlerin ne değerde olduklarını bilmektir. Hatta o hayır nev'inden en meşru olsa da, muhlis kul olma şartıyla ve amellerimizden her ameli Allah için adama yükümlülüğümüzle bağdaşmayan olarak her şahsî iyilik kaygısını suç saymak gerekir mi? Müslüman ahlâkçılar arasında en gayretkeşliktin savundukları görüş budur. Kantçı taassub, onlarmkinin yanında hiçbir şey değildir. Onlara göre her ferdin ödevi, yalnız arzularını sınırlamak ve onları kurala bağlamak değil, bilakis o hizmet etme arzusundan başka birşeye sahip olmamaktır. Belli bir gayreti, bizzat tabiati tatmine tahsis etmek, daha şimdiden Allah'tan başka bir ilâh tesis etmek olacaktır. İşte, ahlâkta üçüncü haddin imkânsızlığı prensibi budur. Fazilet ile kötülük arasında orta terim yoktur; düşüncemizin Allah'a bağlı olmadığı yerde o, O'na karşı dönecektir.Çoğunluğu oluşturan mutediller böyle düşünmezler. Göreceğimiz gibi, onların itidali, neticede Kantçı taassub denilen şeye irca olur. Onlar, önce fıtrata karşı, bu mutlak menfaat gütmemenin, pratik olarak gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini veya insan olarak da onun mümkün olup olmadığını kendi kendilerine sordular. Hangimiz, kendi şahsı için kaygısız kalmakta, faaliyetinin hâsıl edebileceği maddî ve mânevi her neticeden müstağni olabilmekle kendi kendine övünebilir? Kim, sıhhatin, hayatın, huzurun, kurtuluşun, akraba sevgisinin, hatta ilmin, zekânın, kalb ve ruhun üstün niteliklerinin, üzerinde hiçbir etki yapmadığını, hiç ilgisi bulunmadığını, kendisi için değersiz şeyler olduğunu ileri sürebilir?Ebû Bekr el-Bâkillânî, bu mutlakiyet taraftarlarını itizakı olarak nite-lendirebilmiştir. Hatta o, onların kelâmı delillerini onlara karşı çevirmeye çalışmıştır. Gerçekten niyetin iddia edilen bu saflığı ile onlar, menfaat ibadeti olan "şirk"in bu nev'ini işlemekten mü'minleri kurtarmak istiyorlardı; halbuki Bâkülânî, bu karine ile onların açıkça kaçınmak istedikleri kötülüğe düştüklerini belirtiyor; çünkü onlar, tamamıyle Allah'ın sıfatı olan kemâl mertebesini insana tahsis ederek, böylece insanı ilâhlaştır-maktan başka birşey yapmıyorlar[106].İnsanın daima sadece menfaatle hareket ettiğini ileri sürmeye kadar gitmeden, herhangi bir durumda birine, bizzat şahsî menfaatini aramasına izinvermediği, akla uygun olarak savunulabilir mi? Meselâ, açlıkla ve susuzlukla tehdit edilen bir insanın hareket etmesine (yani yemesine ve içmesine) bu fıtrî zaruretin etkisi altında engel olunabilir mi? Şu halde insanın beklemesi her türlü yardım teşebbüsünü yararsız kılacak olsa bile, o önce ödevin emrini gözünün önüne getirmek için bir müddet beklemek ve bu emrin etkisiyle hareket ermemek zorunda mıdır? Tek başına bu misâl, fıtratının sesini dinlemek ve masum çağrısına cevap vermek konusunda, insan hukukunun bu sistemli reddinin anlamsızlığını ve sertliğini tanıtmak için yeterlidir.Yalnız fıtrata ait bu vicdanda, elbette menfaati, ahlâkîliğin ikinci bir prensibi haline getirmenin hiçbir şekilde söz konusu olmadığını unutmamak gerekir. Tam tersine iki taraftan herkes, ahlâkîliğin bir olduğu ve (iradenin iki görünümü açısından) itaat iradesinin dışında, hiçbir yerde, hiçbir pozitif ahlâkî değerin çarpışmadığı hususunda hem fikirdir.Sadece ılımlılar için, bazı sûfilerin ne olursa olsun, sübjektif gayeli her çabayı ayrım gözetmeksizin onunla cezalandırmak istedikleri bu aşırı hücumu defetmek söz konusudur. Başka bir ifadeyle, bu ikili bölünmenin yerine üçlü bir bölünmeyi koyma bahis mevzuudur. Bu üçlü bölünmeye göre, sevap ile ikap arasına mücerret masumiyeti, değer kazancı ile kaybı araşma değersizliği, övülmeye değer olan ile kınanabilir arasına sadece meşruyu, farz ile haram araşma mubahı koymak uygun olacaktır.Yalnızca bu üçlü ayrım, bizzat bütün Kur'ânî teşriin temel ilkelerini oluşturmakla kalmamakta, aynı zamanda biz, şüphesiz niyet hususunda onun, Mâlik, Buhârî, Müslim ve diğer muhaddisler tarafından nakledilen meşhur bir hadiste, çok açık biçimde ifade edilmiş olduğuna da rastlamaktayız. Bu hadise nazaran atların bakımmı yapma ve onları besleme işi, niyetlere göre, kimi kez övgüye değer olarak ilâhî mükâfaata lâyık kimi kez bir günah olarak, kimi kez ne biri ne de diğeri olarak sayılmıştır. Daima Allah'ın emrinde ve yolunda onları muhafaza eden kimse için övgüye değer; onu gösteriş yaparak gururla besleyen ve mü'minlere karşı bir saldırganlık âleti kılan kimse için de günah kabul edilmiştir. Fakat biz, son derece âdil olarak Peygamber'in, bu arada sıkı ödevlerini unutmadan özel ihtiyaçlarını karşılamak için meşgul olan insanı, ikisi arasına nasıl yerleştirdiğini görelim; bu kimse ne mükâfaata ne de cezaya layık olacaktır: O sadece "salim" olacaktır[107]Esasen umumun görüşü de olan tezimizi desteklemekte bundan daha açık ve seçiği yoktur.Böylece bütün pozitif değer, ihlaslı irade tarafından yalnız kendi elinde bulundurulduğundan, diğer iki derece, demek ki sübjektivist iradeye ait olacaktır. Şu veya bu amel ile, falan veya filan şahsî menfaatin araştırılmasına, gelecek iki fasılda ardarda açıklayacağımız karmaşık durumlara göre, şu isimler verilecektir: Ya makbul veya mubah, ya fena veya cinâî.
[66] cz-Zariyât 51/36.
[67] . el-Bakara 2/139; el-A'râf 7/29; ez-Zümer 39/2,11,14; el-Mü'min 40/14,65; el-Beyyine 98/5.
[68] Meselâ: en-Nisâ 4/135; el-Kasas 28/50; Sâd 38/26.
[69] en-Nisâ 4/108,142; el-Mâide 5/54; el-Ahzâb 33/39.
[70] el-lnsân 76/9.
[71] el-Müddessir 74/6. Ruhu ne kadar az İlgilendirirsc ilgilendirsin, onun emeli ancak en geniş olarak Allah tarafından mükâfatlandırılmış olacak ise de pek çok müfessirler, bu ifadeyi en geniş anlamiyle alarak bu yasaklamayı her harekete yaymaktadırlar.
[72] el-Leyl 92/17, 20.
[73] et-Tevbe 9/104.
[74] Mâlik, Muvatta, Kitâbü't-Terğîb fi's-sadaka, Bab I.
[75] et-Bakara 2/272; en-Nisâ 4/114; Tâhâ 20/14; er-Rûm 30/39.
[76] Gerçekte, genel olarak bu Kitab-ı Kerimi meydana getiren aşağı yukarı 500 sayfa içinde ilâhî isimlere ait yaptığımız liste, 10.620'yi tutmaktadır. Bu, ortalama olarak 15 satırlık her sayfaya 20 isimden fazla düşmektedir. Yalnız 32 sayfadan her biri, bu çağrıyı on defadan daha az yapmaktadır.
[77] el-A'râf 7/31-32.
[78] el-Câsiye 45/13.
[79] Bak. meselâ: Âl-i îmrân 3/14; el-Mü'min 40/39; ez-Zuhrûf 43/35.
[80] ez-Zuhrûf 43/12-13.
[81] el-Furkân 25/43-4
[82] et-Tevbe 9/98,54.
[83] Bu adamın durumu aynen, yalnız bir "şecaat" veya sınırlı bir "yurtseverlik" duygusu ile teşvik edilmiş, mü'minlerin safları arasında savaşan ve "Aliah yolunda savaşan" unvanına lâyık olmayan kimse gibidir. Krş. Buhârî, Kitâbü'l-Cihâd, Bab 15. "Şu halde böyle kişiler, ahlâ-kîîigin kenarında kalmaktadırlar.
[84] el-Bakara 2/273.
[85] el-Haşr 59/9.
[86] Krş. Mâlik, Muvatta, Kİtâbüİ-Câmi', Babü't-Terğîb fi's-sadaka.
[87] Bak, el-Mekkî, Kûtu'I-Kulilb, C. IV, s.4Û.
[88] el-Müddessir 74/56.
[89] Krş. Ebû Nu'ayrn, Hihje, Âmir tarafından nakledilmiştir, îbn Hişâm konusunda notlar, Mtığ-
nî, madde:
[90] H. Tirmizî, Mesâil ve Ecvibetühû, s.299.
[91] Aynı eser, s. 308.
[92] Aynı eser, Cevâb Mesâil, s. 233.
[93] Gazali, İhya', C.IV, s.320.
[94] Aynı Eser, s. 320
[95] Krş. Şâtibî, Muvafakat, c. I, s.193-237.
[96] Orta durumda bir otoriteye göre, vecize Peygambere nisbet edilmiştir. Krş. Suyûtî, Cami'.
[97] Krş. Tirmizî, Kitâb-ü Sıfat el-Kıyâme, B. 30.
[98] el-Kehf 18/6; en-Nahl 16/127; Hûd U/12.
[99] Krş. Gazâlî, îhyâ1, II, s. 67; IV, s. 78.
[100] en-Nisâ 4/75.
[101] el-Bakara 2/193.
[102] Krş. Buhârî, Kitâbü't-Tevhîd, Bab 28.
[103] en-Nisâ 4/66.
[104] Aynı sûre, 65.
[105] Hareket ettirci kuvvetlerin karışımı, beşinci ve sonuncu fasla tahsis edilmiştir.
[106] Bâkillânî, el-Gazâlî tarafından zikredilmiş ve beğenilmiştir, îhyâ', c. IV, s. 326.
[107] Krş. Mâlik, Muvatta', Kitâbü'l-Cihâd, Bab I; Buhârî, Kitâb-ı Mussâkâte, Bab 13; Müslim, Ki-tâbü'z-Zekâ, Bab 6.