seymanur K
Thu 22 September 2011, 04:59 pm GMT +0200
1- İmam Rabbani! Ahmet Serhendi (1563-1624)
Şirk ve cehaletin çepe çevre kuşattığı ülkelerden biri de Hindistan'dır. Bu ülke, tarihi süreç içerisinde bir çok tezatlara sahne olmuş; bir yandan hoşgörülü Buda'lar at oynatırken, diğer yandan Sinler ile Kadiyaniliğin kurucusu çağdaş Müseyleme Mirza Gulam Ahmet ve bunların takipçileri de izlerinden yürüyorlardı. Öyleki bu ülkede hükümdarların zulmü, hükümdar yakmlarının şarlatanlığı, gayri meşru sermaye birikimi, israf, fuhuş, uyuşturucu içkiler ve maddi düşüncenin hakimiyeti gibi parazitler zirvedeydi. Hind halkı kendilerini bu çirkef işlere o kadar kaptırmıştı ki artık İslam'ı tanımaz hale gelmişti. Kur'an-ı Kerim, çöl araplarının bir ürünü olarak tanıtılmaya çalışılırken, Allah Resulüne de bir Arap peygamberi olarak bakılmış, onun getirdiği bir çok hükümler yalanlanmıştı. Hindistanda adeta bir din gitmiş, yerine bir başka dini gelmişti. Hindu alimleri ile sufiler bu yeni dinin temel taşı kabul edilmişti. Bu yeni dinin adı 'Dini ilahi', temel esası da 'Lailahe illallah Ekber Halifetullah' olmuştu. Böylece dalkavuk ve yobazlar sayesinde Kral Ekber Allah'ın halifesi olmuştu. Bu yeni dinin inançları ise putperestlik, hurafeler, tasavvuf mistizmi, ırk ve sınıf gibi toplumsal tabakalaşma ve diğer batıl inançlardı. Bunlara bir de İngiliz sömürgeciliği ile Moğol iktidarının kültür ve inançlarını eklerseniz ne derece vahim bir tablo ile karşılaşacağınızı anlarsınız.
İşte bu tezatlara sahne olan ülkede, tam bir keşmekeşlik içerisinde cahiliye hayat sürerken İmam Rabbani, takipçileri Şah Veliyullah Dehlevi, Şah İsmail, Şehid Kardeşler ve Üstad Mevdudi gibi öncüler mücadele vererek İslami hareketi günümüze kadar sürdürmüşlerdir. Bu seçkin önderler şirk ve cehaletin kuşattığı Hind yarımadasını cahiliyenin bütün unsurlarından temizlemeye çalışmış ve bu mücadelelerinde kısmen de olsa başarı sağlamışlardır.
Hindistan'da dünyaya gelen İmam Rabbani, kendini tasavvuf mistizmi içerisinde görmüş, ilim tahsilini de hep bu çerçeve içerisinde yapmıştır. Belirli aşamalardan sonra tasavvurun temellerine dokunup, Selef akidesine kapı açmak istemişse de başarı sağladığı söylenemez. Ancak bütün zihinlere yerleşmiş olan Vahdeti Vücut telakkisine karşı çıkarak yerine 'Vahdeti Şuhud' düşüncesini getirmiştir. Yani ona göre varlıklar Alan değil, ancak Allah'a şahitlik eden nesnelerdir.
İmam Rabbani, cahiliye ve tasavvuf mistizmi içerisine gömülmüş insanlara şeriat prensiplerini öğretmeye çalışırken, maalesef kendisini de tasavvuf mistizmine kaptırmış, onlardan ari olamamıştır. Mektubat'indaki risaleler tarandığında onun nasıl bir tarikat hocası olduğu açıkça ortaya çıkar. Onun meşhur külliyatı olan Mektubat baştan sona tasavvufi bir dil, tasavvur! bir terminoloji ile yazılarak, günümüze kadar tasavvuf erbabının yegane kaynağı olmuştur.
İmam Rabbani her ne suretle olursa olsun, etrafında kümelenen halk kalabalığını tasavvufi motiflerden uzaklaştırarak sahih akide ve İslam şeriatının özüne çekememiştir. Onun, etrafındaki kalabalık halk kitlesiyle verdiği mücadele radikal bir İslami hareketten öte, tasavvufi bir mücadele olmuştur. Ancak bütün bu yapılanmalar yanında onun İslam adına verdiği mücadele, halk kalabalığı yönünde asla küçümsenemez. Onun tasavvufi bir çizgi takip edip, kendini ona kaptırmasının o günün İslam anlayışı ve o günün şartlarından kaynaklandığını söylemek yerinde olacaktır. [191]
[191] Beşir İslamoğlu, İslami Hareketin Tarihi Seyri, Denge Yayınları, İstanbul, 1993: 211-213.