saniyenur
Sun 1 January 2012, 11:53 pm GMT +0200
1. Günahların Affı
“Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez” (Nisa, 4/48, 116)
Bu konuda (bütün) müslümanlarm icmaı vardır. Fakat İslâm uleması (şer'an ve dinen mağfiret edilmesi caiz olmayan) “şirk günahını Allah'ın affetmesi acaba akıl yönünden caiz midir, değil midir” konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre, şirkin affedilmesi aklen caizdir. Affedilemiyeceği sadece sem'î ve şer'i delillerle bilinmektedir. Diğer bazıları bunu imkânsız görür ve derler ki: îyi ile kötü arasında fark görmek hikmetin gereği ve hükmüdür. Küfür, işlenen cinayetlerin ve günahların en büyüğüdür. Prensip itibariyle küfürden haram olma hükmünü kaldırıp mubah kılma ihtimali yoktur. Şu halde bu günah konusunda af ve sorumluluktan kurtulma ihtimali yoktur. Bir de kâfir, küfrün hak ve doğru bir şey olduğuna itikad etmekte ve bu günahın mağfiretini ve affını talep etmemektedir. Onun için kâfirin affedilmesi hikmete de Uygun değildir. Ayrıca küfür; ebedî ve daimî bir itikaddır. Onun için cezanın da müebbed ve sürekli olması lazım gelmektedir. Fakat diğer günahlarda bu durum yoktur, aksi vardır .[19]
“Allah, şirk hariç dilediği kimselerin büyük-küçük günahlarını mağfiret eder”
Günah işleyen kişi ister tevbe etsin, ister etmesin. Fakat bu fikre Mutezile karşı çıkmıştır. Bu hüküm bu şekilde takrir ve ifade edilirken zikredilen (Nisa sûresinin 48.) âyetin affa delâleti mülahaza edilmiş ve dikkate alınmıştır. Bu manâya gelen daha pek çok âyet ve hadis vardır. Mutezile bu nevi naslan küçük günahlara ve bir de sonradan tevbe edilen, pişmanlık duyulan büyük günahlara tahsis eder. (Nasların umumî olan şümulünü daraltır ve daha özel hale getirir) .
Mutezile bu konuda iki nevi delile sarılır:
1. (“Allah'a ve Resulüne asi olanlar Cehennemde ebedî kalırlar”, (Cin, 72/23) “Kasten bir müslümanı öldürenin cezası ebedî olarak Cehennemde kalmaktır”, (Nisa, 4/93), gibi) âsiler hakkındaki vaıd ve tehdidle ilgili âyet ve hadisler.
Cevap: “Bu gibi naslardaki hükmün umumî olduğu kabul edilse bile, bunlar vücûba değil, vukua delâlet eder. (Allah'ın kebire sahibini Cehennemde yakması mümkün ve vakîdir, ama mutlaka şart ve zaruri değildir). Kaldı ki, af konusunda da pek çok nas vardır. O sebeple, affa uğrayan günahkârları, vaîd ve tehdidin şümulünden istisna etmek gerekir. Bazılarının iddiasına (yani Eş'arîlere) göre, vaîd ve tehdidden caymak keremdir, fazilettir. Allah Taâlâ hakkında bu caizdir. Muhakkikler (ve dinî hakikatları daha iyi bilenler) bu kanâati kabul etmemişlerdir. Bu rîasil caiz olur? Çünkü bu, “Sözü değiştirmektir” (tebdil-i kavldır). Halbuki Allah Taâlâ: “Bizim katımızda söz değişmez”, (ben kullara zulmetmem, Kaf, 50/29) buyurmuştur.
2. Günahkâr kişi, günahından dolayı cezalandırılmayacağını bilirse; bu, onun günah üzerinde olmasını takrir ve tasvib etmek, başkasını da o günahı işlemeye teşvik etmek manâsına gelir. Bu ise peygamber göndermedeki sır ve hikmete aykırı olur.
Cevap: Sırf affı caiz ve mümkün görmek, “ceza görülmeyecektir”, şeklinde bir zannın bile ortaya çıkmasını icab ettirmez. Bu konuda kesin bir bilginin ve kanâatin ortaya çıkmasına neden sebep olacak? Böyle bir zan ve kanâat nasıl ortaya çıkar ki, vaid ve tehdid, konusundaki naslar son derece korkutucudur, her bir şahsa göre azabın vaki olacağı ihtimalini kuvvetlendirmekte (ve galib bir zan haline getirmekte)dir. Zecr, (men, tehdid ve müeyyide)nin bu kadarı yeterlidir.
Sağıre işleyen kişi, büyük günahlardan ister sakınsın ister sakınmasın, “küçük günahlardan dolayı ceza görmesi caizdir”
Zira bunlar da: “Allah, şirk hariç öbür günahları dilerse affeder” (Nisa, 4/48,116); “Küçük-büyük, zabtetmedik hiç bir günah bırakmamıştır” (Kehf, 18/49) gibi âyetlerin şümulüne girer. Son âyetteki “zabt” (i h s â ) sadece sorguya çekmek ve yapılanın karşılığını vermek için söz konusu olur. Bu konuda daha başka âyet ve hadisler de vardır.
Mutezileye göre, büyük günahlardan kaçman bir kimsenin küçük günahlardan dolayı azab görmesi caiz olmaz. Fakat bu, “ceza görmesi akıl yönünden imkânsızdır”, manâsına gelmez. Aksine bu, sem'i ve naklî deliller ve naslar mevcut (ve Allah bu konuda teminat vermiş) olduğu için “küçük günah işleyenlerin azab çekmeleri” vaki ve caiz olmaz, manâsına gelir. Meselâ Cenab-ı Hakk “Eğer menedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız (diğer) günahlarınızın üzerini örter ve onları bağışlarız” (Nisa, 4/31), buyurmuştur.
Cevap: Mutlak kebire küfürdür. Çünkü eksiği olmayan en büyük günah odur. Âyette “kebîre” kelimesinin “kebireler” ( kebâir) şeklinde çoğul olarak getirilmesi, hüküm itibariyle hepsi bir bile olsa, (putperestlerin küfür tarzı, Mecusilerin küfür şekli, Hıristiyanların kâfir olma biçimi gibi) nevilerine nisbetledir. Veya kâfir olan muhataplardan ve fertlerden birinde mevcud olan küfre nazaran kebîre kelimesi çoğul yapılmıştır. Bir çoğulun diğer bir çoğul ile karşı karşıya getirilmesi (ve, “eğer kaçınırsanız, kebîrelerden” denilmesi, bu cemiler içinde var olan ferdierin ve) teklerin de teklere bölünmesini gerektirir. Meselâ, “topluluk bineklerine bindiler” ve “elbiselerini giyindiler” cümlelerinde olduğu gibi. (Buradaki cemiler topluluk içindeki her ferdin birden fazla bineği ve elbisesi olduğu manâsına gelmez, çoğul olan binekler ve elbiseler, yine çoğul olan topluluk içindeki fertlere teker teker taksim olunur. Âyette “kebîreler” denilmesi de böyledir, muhataplar arasında birer birer bölüşülür, bir ferdin birden başka kebîresi, yani şirk ve küfür günahı olmaz).
(Küçük günahtan dolayı azab görmek mümkün olduğu gibi “Büyük günahların affedilmesi de caizdir”
Biraz evvel müellif Ömer Nesefî bu hususu söz konusu etmişti. Ancak “işlenen günahtan ötürü kınanmamak ve sorguya çekilmemek” için af tabiri kullanıldığı gibi, aynı husus için mağfiret tabiri de kullanılır. Bu hususun bilinmesi için ifadeyi tekrar etmiştir. Aynca af konusunun şu ifadesiyle de ilgili olmasını istemiştir:
(Allah, büyük günahları) “Helal sayılarak işlenmemesi şartıyla affeder, işlenen günahı (ve kebâiri) helal saymak ise küfürdür”
Çünkü, helal saymak, kalbteki tasdike aykırı olan tekzib manâsına gelir. Âsilerin ve günahkârların Cehennemde ebedi kalacaklarına delâlet eden naslar işte bu esasa göre tevil edilir veya onlara iman ve mümin ismini vermemekle izah ve tefsir edilir. (Yani büyük günah işleyenler, şayet işledikleri şeyin helal olduğuna inanırlarsa, o zaman Cehennemde ebedi kalırlar, denilmek suretiyle naslar, tevil edilir, yorumlanır veyahut da “bu nevi büyük günahları işleyenler, esasen imanı olmayan kimselerdir”, denilmek suretiyle kendilerine iman ve mümin ismi verilmez, “Onlar Allah'a ve âhiret gününe iman ettik derler ama, esasen mümin değillerdir”, [Bakara, 2/8] âyetinde olduğu gibi kebîre sahibi müminler, kebîre sahibi kâfirlerden istisna edilmiş olur).[20]
[19] Tevhid, Allah Taâlâ'mn birliğine, ulûhiyet ve ulûhiyetin hususiyetlerinde şerîk (ortak) ve nazîr (benzer); olmadığına itikat edip, şirk nevilerinden, sirk ihtimali bulunan şekillerden sakınmaktan ibarettir. Kur'an'da tevhid kelimesi, üç nevi amirle gelmiştir.
a) Mütekellim zamiri: “Lâ ilahe illâ ene”; Benden başka ilah yoktur.
b) Muhatab zamiri: “Lâ ilahe illâ ente”: Senden başka ilâh yoktur.
c) Gâib zamiri: “Lâ ilahe illa hû”: Ondan başka ilâh yoktur.
d) Tevhidin bir de “Lâ ilahe illallah” şekli vardır ki, yaygm olan da budur. Son iki tevhidi herkes söyler. İkincisini, bütün nefsanî hazlardan gaib olup kurtulanlar söyler. İlkini ancak ulu ve yüce olan Hakk söyler (İzmirli, Yeni ilm-i kelâm, II, 103).
Tevhide zıd olan sirkin bir takım nevileri vardır. Başlıcaları Veseniye (putperestlik) ile Seneviye (iki ilâh kabul etmek, Mecusîlik) tir.
1. Şirk-i İstiklâl: Müstakil iki ilâh kabul edenlerin şirkidir, Mecûsî-lerin ve müşriklerin şirki gibi. Seneviye bu guruba dahildir.
2. Şirk-i teb'iz: Cenâb-ı Hakk'm bir olduğunu söylemekle beraber, birden fazla tanrıdan mürekkeb olduğuna itikad edenlerin şirkidir. Teslis inancı gibi (Ekânim-i selâse: Hıristiyanlıkta Allah hem birdir, hem üçtür).
3. Şirk-i takrîb: Bu inanca göre âlemin yapıcısı ve yaratıcısı (sanî'i ve hâlik'i) birdir ama ona bir yakınlık peyda etmek için aracılar kabul etmemek, aracı ve gefâatcı olduğuna İnanılan heykellere, putlara ve bazı maddelere ibadet etmek gibi itikadlar ve hareketler vardır. Veseniyenin, yani putperestlerin ve Cahiliye Arapîarınm şirki bu ne-videndir.
4. Şirk-i taklîd: Sırf başka birini taklid ederek Allah'tan maadasına, putlara ibadet edenlerin, putlara ve heykellere Tanrı ismini verenlerin şirkidir. Sonraki Cahiliyet dönemlerinde görülen şirk gibi.
5. Şirk-i esbâb: Tabiattaki eşyanın hakiki müessir olduğuna itikad edenlerin şirkidir. Tabiiyyûn (Natüralistler) ile onlara tabi olanların Sirki böyledir.
Ancak neticeyi sebebe rapt ederek, her ikisinin Hâlik'ının da Allah olduğuna, sebepleri yaratınca, onun ardından neticeyi yaratmanın sünnetullah ve âdetullah olduğuna itikad etmek bir şirk nevi değildir, aksine tevhidin ta kendisidir. Zira Mutezile ve Maturidı akaidine göre îslâmda nisbî ve izafî bir determinizm vardır, Eş'arîlere ve Cebriyeye göre yoktur.
Bir diğer tasnife göre şirkin iki nevi daha vardır:
a) Şirk-i celi: Açıktan açığa birden fazla ilah kabul etmek.
b) Şirk-i hâfî: Sırf Hakk rızası için yapılması gereken ve Allah'ın zatına mahsus olan ibadet, taat, hal ve hareketleri riya olsun, insanlar görsün diye yapmak. (Bk. İzmirli, a.g.e., II, 102).
İbn Teymiye ve ondan sonra Muhammed b. Abdülvehhab (Vehhabîliğin kurucusu Öl. 1206/1791) tarafından" kabul ve müdafaa edilen tevhid anlayışı iki türlüdür:
1. Tevhid-i Rubûbiyet: Âlemi yaratan Allah'ın bir olduğuna itikad etmek. Dinlerin çoğunda mevcut olan bu tevhide, tevhidu'l-esmâ ve's-sıfat, tevhidu'l-ef'al, tevhidu'l-ilm ve'l-itikad adı da verilir. Allah'ın zatı, isimleri, fiilleri ve sıfatları gibi zata, İsimlere, fiillere ve sıfatlara haiz ikinci bir ilâh yoktur, diye bilmek ve buna inanmak tevhid-i Rubûbiyettir.
Cahiliye Araplarına: Yerleri ve gökleri kim yarattı, diye sorulunca: “Allah” diye cevap verirlerdi. Puta tapan Cahiliye Arapları tarafından dahi bilinen ve itikad edilen bu tevhid, İslama has bir tevhid değildir. Cahiliyye Arapları tarafından dahi bilinen ve itikad edilen bu tevhid, îslârna has bir tevhid değildir. Cahiliye Arapları Allah'ın var ve bir olduğuna inanıyor, sadece “Bizi Allah'a yaklaştırır, onun nezdinde bize şefaatçi olur”, inancıyla putlara ilah diyor, bunları aracı ve şefaatçi kabul ediyor ve en önemlisi de aslında Allah olmadıklarına kesinlikle inandıkları bu putlara ibadet ediyor, onlardan yardım istiyor ve onları şefaatçi biliyorlardı.
2. Tevhid-i ulûhıyet: Tevhidu'l-kasd ve't-taleb denilen tevhid budur. Yani ibadette ve yardım istemede sadece Allah'ın kasd, irâde ve taleb edilmesidir. Her ne surette olursa olsun Allah'tan başkasına ibadet etmemek ve sadece Allah'ın vereceği hususları ondan başkasından istememek, kul ile Rabbı arasına kesinlikle üçüncü bir varlığı sokmamaktır, îsiâmın gerektirdiği tevhid budur. îslâmda bulunup diğer dinlerde bulunmayan tevhid de budur. Bu tevhidin iki esası vardır:
a) Allah'tan başkasına ibadet etmemek,
b) Allah'a da âyet ve sahih hadislerde anlatıldığı biçimde ibadet etmek. Bunun dışında Allah'a ibadet etme şekillerini şirk, küfür, bid'at ve delâlet kabul etmek, (Bk. Muhammcd b. Abdulvehhab, Kitabu't-tevhid, s. 9 (Kahire 1376/1976).
Buraya kadar anlatılanlar doğrudur. Eş'arî ve Mâturidî akaidine de uygundur. Ancak Vehhabîler bu akidenin tatbikinde çok aşırı gitmişlerdir, aslında mekruh olan hususları bile şirkin şümulüne alarak tevhid kelimesinin geniş olan manâsını daraltmışlardır. Bu sebeple, îslâ-miyeti taklid yoluyla öğrenen çok sayıdaki insanın davranışını ve görüşünü şirk saymışlar, hatta bunları Cahiliye döneminin putperest Araplarıyla bir tutarak Öldürülmelerini bile caiz görecek kadar aşırı gitmişlerdir. Meselâ onlara göre şu gibi hususlar şirktir:
1. Kabirleri ve türbeleri ziyaret ederek, buralarda gömülü olan şahıslardan yardım istemek, yatırların Allah nezdinde bize şefaatçi, yardımcı ve aracı olacağına inanarak oralarda ibadet etmek, namaz kılmak.
2. Yatırlara kurban kesmek,
3. Yatırlara ve oradaki ağaçlara çapıt ve iplik bağlamak,
4. Allah'tan başkasına adak adamak,
5. Fala, uğursuzluğa, yıldıznâmelere, müneccimliğe inanmak.
6. Dünyevî maksatlar için ibâdet etmek,
7. Helâli haram, veya haramı helâl kılan bir âlime itaat etmek, onu taklid etmek,
8. Allah'tan başkasına yemin etmek.
Başlangıçta çok sert çıkışlı ve katı tutumlu Vehhabiler, bilgi seviyeleri ilerledikçe epey' yumuşamışlar, liğer müslumanlarla İşbirliği yapabilme anlayışına ulaşabilmişlerdir.
[20] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 266-271.