- Gaybet ve Huzur

Adsense kodları


Gaybet ve Huzur

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Rüveyha
Mon 20 October 2014, 06:16 pm GMT +0200
Kuşeyrî Risâlesi’nden

Ali Kaya | Mayıs 2013 | TASAVVUF KLASİKLERİ   

Gaybet ve Huzur

Sufîlerin kullandıkları özel tabirlerden ikisi de “gaybet” ve “huzur”dur. Gaybet, üzerine gelen manevi vâridat (feyz ve haller) ile duyuların meşgul olmasından dolayı, kalbin halkın hallerinden habersiz olmasıdır. Kul bazen yaşadığı halden dolayı kendisini ve başkasını bile fark edemez duruma gelir. Bu yaşanan hal, ahirette verilecek bir sevabı hatırlamak veya azabı düşünmekten kaynaklanabilir.

Buna örnek olarak şu olay nakledilir: Rebî b. Huşeym, İbn Mesud r.a.’ın yanına gidip gelirdi. Bir gün bir demirci dükkânının yanından geçerken, körüğün içinde kor halinde kızarmış bir demir parçasını görünce kendinden geçti, bayılıp yere düştü. Bir gün kendisine gelemedi. Ayıldığı zaman ne olduğunu sorduklarında, “Cehennemliklerin ateşin içinde olmasını hatırladım.” cevabını verdi. Bu ileri seviyede bir gaybet hali olduğu için kendinden geçip bayılmıştır.

Rivayet edildiğine göre Ali b. Hüseyin (Zeynelâbidîn) r.a., namazda secde halindeydi. Bulunduğu evde bir yangın çıktı. O namazdan ayrılmadı. Selam verdikten sonra durumu sorulunca, “En büyük ateş (cehennem) beni bu ateşle ilgilenmekten alıkoydu.” dedi.

Çoğu zaman bu hislerini kaybetme hali, Cenab-ı Hak tarafından kula açılan manevi hallerden kaynaklanır. Sonra bu halleri yaşayanların durumları birbirinden farklıdır. Bu konuda şu olay meşhurdur:

Demir işiyle meşgul olan Ebu Hafs Nişaburî, tasavvufa girdiği ilk günlerinde kendisine sanatını bıraktıran şu olayı yaşamıştır: Ebu Hafs dükkânında çalışırken bir hafızın okuduğu bir ayeti işitti, o esnada kalbine manevi bir hal geldi, hissetme sıfatını kaybetti. Elini kızgın ateşe sokup içindeki kor halindeki demir parçasını çıkarıp aldı. Bunu gören bir talebesi, “Ey üstat, bu ne haldir?” diye sordu. Ebu Hafs, üzerinde zuhur eden bu kerameti görünce, (fitneye düşmekten korkup) zenaatını terk etti, dükkânından çıkıp gitti.

Huzur haline gelince… Bu hale ulaşan ârifin kalbi bazen Cenab-ı Hak ile hazır olur. Çünkü o, halktan ayrı olunca Hak ile huzur halini elde eder. Yani sanki kul, O’nun huzurundaymış gibi olur. Bu da Hakk’ın zikrinin kulun kalbini tamamen sarmasıyla gerçekleşir. Böylece kul, kalbi ile yüce Rabbinin huzurunda bulunur. Kalbiyle halktan uzak durduğu derecede Hak ile huzur halini korur. “Falanca huzurdadır” dendiği zaman bunun manası, o kalbi ile Rabbinin huzurundadır, O’ndan gafil ve habersiz değildir, sürekli O’nu zikir halindedir demektir.

Sonra kula, Rabbinin huzurunda derecesine göre Cenab-ı Hakk’ın kendisine tahsis ettiği birtakım manevi haller açılır. Bazen de kul, nefsinin ve halkın hallerini hissetmeye döndüğünü (şuur ve idrakinin geri verildiğini) ifade için, “o, hazırdır” denir. Bunun manası, o gaybet halinden çıktı demektir. Bu durumda o halk ile hazır olmaktadır. Birinci kimse ise, Hak ile huzur halindedir.

Sufîlerin gaybet halleri de birbirinden farklıdır. Bazısının gaybet hali çok devam etmezken, bazılarının gaybet hali uzun süre devam eder.

Velîlerin Vefat Halleri

Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Onlar, meleklerin, ‘Size selam olsun, yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık olarak cennete girin’ diyerek hoş bir şekilde ruhlarını aldığı kimselerdir.” (Nahl, 32). Enes b. Malik r.a.’tan nakledilen bir hadiste Hz. Rasulullah s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz kul ölüm acısını ve ölüm sarhoşluğunu iliklerine kadar hisseder. Vücut azaları birbiriyle selamlaşarak biri diğerine, ‘Allah’ın selamı (rahmeti) senin üzerine olsun; sen beni, ben de seni kıyamete kadar terk ediyoruz’ der.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 42183; Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr, s. 66)

Enes b. Malik r.a. şöyle anlatmıştır: “Rasulullah s.a.v. vefat etmek üzere olan bir gencin yanına girdi ve ona, ‘Kendini nasıl buluyorsun?’ diye sordu. Genç, ‘Kendimi günahlarından korkar ve Rabbinin rahmetini ümit eder bir vaziyette buluyorum.’ dedi. Bunun üzerine Rasulullah s.a.v., ‘Böyle bir durumda kalbinde korku ve ümidi bulunduran herkese Allah ümit ettiğini verir ve korktuğu şeyden onu emin kılar’ buyurdu.” (Tirmizî, Cenâiz 11; İbn Mâce, Zühd 31)

Velîlerin vefat anındaki halleri çok değişiktir. Bazılarına o anda heybet (Allah’tan korku ve çekinme) hali galip gelir. Bazılarına ilahî rahmeti ümit hali galip gelir. Bazılarına bu halde kendisini kalp sükûnetine ulaştıracak ve Allah’a güzelce güvenmeyi sağlayacak manevî haller açılır.

Ebu Muhammed-i Cerirî k.s. şöyle anlatır: “Vefatı sırasında Cüneyd-i Bağdadî’nin yanındaydım. Günlerden Cuma idi ve kendisi Kur’an okuyordu. Ben kendisine, ‘Ebu’l-Kasım, bu halde de Kur’an mı okuyorsun?’ dediğimde bana, ‘Bunu yapmak kime benim kadar gereklidir? Baksana amel defterim dürülmekte!’ dedi.”

Bişr-i Hafî k.s.’nin vefatı yaklaşınca, yanındaki biri, “Ey Ebu Nasr, sanki hayatı seviyor (ölmekten çekiniyor) gibisin?” dediler. O da, “Aziz ve celil olan Allah’ın huzuruna çıkmak çok çetin bir iş.” dedi.

Bilal-i Habeşî r.a.’ın vefatı yaklaşınca hanımı, “Âh, bu ne hüzünlü bir iş!” dedi. Bunu işiten Hz. Bilal r.a., “Öyle değil, bu hoş bir şey! Yarın sevdiklerime, Hz. Muhammed s.a.v.’e ve ashabına kavuşacağım.” dedi.

Şakîk-i Belhî k.s.

İlk dönemin zahid sufîlerinden biri de Ebu Ali Şakîk b. İbrahim-i Belhî k.s.’dir (ö. 194/809). Horasan şeyhlerindendir. Tevekkül konusunda söz sahibidir. Hatim-i Esam’ın üstadıdır. Onun zühd yolunu tutmasının sebebi şudur:

Şakîk-i Belhî, bir kıtlık senesinde bir köle gördü. Köle, şen şakrak gülüp eğleniyordu. İnsanlar ise günlük yiyecek derdi ile uğraşıyorlardı. Şakîk-i Belhî köleye;

– Sendeki bu rahatlık ve sevinç nedir? Şu insanların çektiği sıkıntı ve üzüntüyü görmüyor musun, diye sorduğunda köle:

– Bundan bana ne? Benim efendimin kendisine ait özel bir köyü var, ihtiyacımız olan her şey oradan geliyor, dedi.

Bu söz Şakîk-i Belhî’yi uyandırdı ve, “Bunun efendisinin kendine ait bir köyü var; halbuki o yaratılmış muhtaç biridir. Buna rağmen bu köle rızkı için hiç endişe etmiyor. Yüce Mevlâsı zengin olan bir müslümanın rızkı için endişe çekmesi nasıl uygun olabilir?” dedi ve rızkı konusunda kalbinden endişeyi atıp yüce Mevlâsına ibadet ve taate yöneldi.

Şakîk-i Belhî k.s. zengindi, cömertlik yapar, mal biriktirmez ve gençlerle ilgilenirdi. O vakit Belh valisi olan Ali b. Mahan av köpeklerini severdi. Köpeklerinden biri kayboldu, onu birinin aldığını söylediler. Adam Şakîk’in yakınında oturuyordu. Arandığını duyunca Şakîk’in evine sığındı. Şakîk valiye giderek, onu serbest bırakın, köpeği üç güne kadar size teslim ederim, dedi. Adam serbest bırakıldı. Şakîk verdiği sözü nasıl yerine getireceğini düşünerek üzüntüyle eve döndü. Üçüncü gün, Şakîk’in arkadaşlarından biri şehre dönmekteyken yolda boynunda tasma olan bir köpek buldu. Bunu Şakîk’e hediye ederim düşüncesiyle köpeği getirdi. Şakîk de köpeği valiye teslim ederek verdiği sözden kurtuldu. Bu hadiseden sonra Allah Tealâ Şakîk’e manevi uyanıklık nasip etti ve o da zühd yolunu tuttu.

Şakîk-i Belhî k.s. der ki: “Bir adamın takvalı olup olmadığı şu üç şeyde anlaşılır: Alıp yaptıklarında, nefsine mani olup terk ettiklerinde ve konuşmasında. (Yani istikamet üzere giden kimse, helal ve mübahtan başkasını yapmaz, harama el uzatmaz, boş söz konuşmaz).”