- G8 Zirvesi ya da Bir Parodinin Hikâyesi

Adsense kodları


G8 Zirvesi ya da Bir Parodinin Hikâyesi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Wed 12 October 2011, 03:26 pm GMT +0200
Dünya Hali


Ağustos 2006 92.SAYI


Halil AKGÜN
kaleme aldı, DÜNYA HALİ bölümünde yayınlandı.


G8 Zirvesi ya da Bir Parodinin Hikâyesi


Dünyanın sanayileşmiş 7 ülkesi artı Rusya’dan oluşan G8 zirvesi, geçtiğimiz ay Rusya’da yapıldı. Ülke başkanları küresel sorunları tartışmak için bir araya geldiler. Diğer G8 zirvelerinde olduğu gibi bu toplantı da büyük bir fiyaskoyla sonuçlandı.

1973 petrol krizinden sonra temelleri atılan G8 grubu, BM yahut NATO gibi resmi bir nitelik taşımıyor. Grubun herhangi bir merkez ofisi, başkanı yahut sekreteri yok. Fakat G8 üyesi ülkeler, dünyanın karşılaştığı küresel sorunlara çözüm bulmak için düzenli olarak bir araya geliyorlar. G8 üyesi ülkeler şunlar: Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere, Japonya, ABD, Kanada ve Rusya. G8’in geçmişte öncelikli gündem maddesi ekonomi ve uluslararası ticaretti. Fakat siyasi gelişmeler artık önemli bir gündem maddesi.

Rusya’daki G8 zirvesi, yine hiçbir sonuç üretmeden sonuçlandı.

Başkanlar kameralar önünde güzel pozlar verdiler. Lübnan’a yönelik saldırıları birkaç “endişe duyuyoruz” cümlesiyle geçiştirdiler. Tabii Amerika ve İngiltere hariç. Bush’un İsrail’e koşulsuz destek verdiğini açıklaması bir sürpriz olmadı. Siyasi ahlâksızlığın dibe vurduğu nokta, Bush’un İsrail’e Beyrut’u yerle bir etmek için “ihtiyaç duyduğu süreyi” vereceklerini açıklamasıydı.

İngiltere Başbakanı Blair ise siyasi kariyerinin dip noktalarından birini yaşadı. Bush’un etrafında azar işitmiş çocuk gibi dolanan Blair, İngilizler başta olmak üzere herkesin tepkisini çekti. “Ortadoğu’ya Condi Rice’ı değil, beni gönder!” diye adeta yalvaran Blair, Amerika karşısındaki acziyet ve teslimiyetini bir kez daha teyid etti.

Bu G8 zirvesinin galibi yok. Fakat kimlerin mağlup ayrıldığı ortada: Haksız yere öldürülen Lübnanlılar, Guantanamo’da yıllardır hücre hapsinde olan masum insanlar, Afganistan’da ölümle yoksulluk arasında bocalayan Afganlılar, her gün onlarca insanını kaybeden Iraklılar ve dünyanın diğer bütün mazlum milletleri. “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste” sözünü bütün Batı dillerine çevirmenin zamanı geldi de geçiyor.

Dünyaya çeki düzen vermek istediğini söyleyen liderler, bu görevi ifa edecek siyasi ve ahlâki donanımdan yoksun olduklarını her gün yeniden teyid ediyorlar. G8 zirvesi, bu parodinin tekrar sahnelenmesinden öteye gidemedi. Ulusal çıkar, terörle mücadele, yeni dünya düzeni, enerji politikaları, vs. adı altında haksızlık ve zulüm bir norm haline gelmiş durumda. Ortadoğu’nun ve İslâm dünyasının kaderi bu değil, olmamalı. Ama bunu deme hakkına sahip olmak için önce bizim ayağa kalkmamız gerekiyor.

Sınır Ötesi Operasyon


PKK terörü yeniden gündemimizde. Terör örgütünün lideri Öcalan’ın yakalandığı 1999 yılından bu yana terör hadiselerinde somut bir azalma olmuştu. Fakat bu Kürt sorununun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Nitekim bunu Kuzey Irak’taki gelişmeler ve PKK’nın bu bölgeye yerleşmesi teyid ediyor.

Şimdi devlet Kandil dağına odaklanmış durumda. Oysa bu da doğru bir teşhis değil. Çünkü Kandil dağında kaç PKK militanının bulunduğunu kimse bilmiyor. Bunlar 6-7 yıl öncesine dayalı bilgiler. Militanların çoğu Kuzey Irak’ta olduğu gibi Türkiye’de de dağdan inmiş ve şehirlere sıradan halkın arasına karışmış durumda. Kuzey Irak’a yapılacak askeri bir operasyon ne Kürt sorununu çözecek, ne de PKK terörünün önüne geçecek.

Peki Türkiye hiçbir şey yapmadan eli kolu bağlı oturacak mı? Hayır. Kısa vadeli güvenlik tedbirleri alınacak. Fakat uzun vadeli bir çözüm için mutlaka somut adımların atılması gerekiyor.

Öte yandan Ortadoğu’nun yeni bir bölgesel savaşın eşiğine geldiği şu günlerde Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesi, her açıdan Türkiye’yi köşeye sıkıştıracaktır. Operasyonun maliyeti zannedildiğinden daha büyük olabilir. Temkinli davranmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

Silah Pazarı

Dünyanın en pahalı sektörü silah pazarı. Bize “daha fazla insanı nasıl öldürürüz”ün reçetesini sunan silahlar bu pazarda üretiliyor. Bu pazarın şu anda iki büyük üreticisi var: Amerika ve Avrupa. Türkiye, ordusunu modernize etmek için yeni savaş uçakları almaya hazırlanıyor. Bugüne kadar savaş jetlerini Amerika Boeing and Lockheed Martin’den alan Türkiye, Avrupa’dan daha cazip teklifler alıyor.

Eurofighter adı verilen yeni jetler, Amerikan yapımı F-16’lardan daha üstün niteliklere sahip. Fakat asıl önemlisi Eurofighther’ın üreticisi Aeronautica, Amerikan şirketlerinin tersine teknoloji transferine izin veriyor. Yani Türkiye Eurofighter’ları aldığında, aynı zamanda bunların üretim teknolojisine de sahip olacak ve bir müddet sonra bu uçakları yüzde yüz kendi öz imkanlarıyla üretebilecek.

Bu anlaşmanın imzalanması durumunda Türkiye yeni bir pazara yönelmiş olacak. Tabi Amerikalıların buna nasıl bir tepki göstereceğini kestirmek güç değil. Türk-Amerikan ilişkilerinin tekrar gerilmeye başladığı şu günlerde hükümet (ve askerler) böyle bir şeyi göze alabilecekler mi acaba?

Oyun Hastalığı

Hollanda’da ilk defa bir ‘oyun kliniği’ açılmış. Klinik, bilgisayar oyunları bağımlılarına hizmet verecek. Klinikte tedavi görmeye başlayan 21 yaşındaki Tim, “Neredeyse tamamen odamda yaşıyordum. Etrafımda dört ayrı televizyon ekranı vardı. Günde 17 saat oyun oynuyordum.” demiş.

Böyle bir kliniğe kim bilir kaç kişinin ihtiyacı var? Ama acaba bağımlılık sadece bilgisayar oyunlarıyla mı sınırlı? İnternet ve televizyon bağımlılığına ne demek lazım? Giderek yaygınlaşan Ipod’la müzik dinleme hastalığına ne demeli?

Türkiye, dünyanın en fazla televizyon seyreden ülkeleri arasında. Bu, sözümona gelişmişliğin değil, bozulmanın bir göstergesi. Orta yaş ve üstü insanımız TV, gençlerimiz de bilgisayar ekranları karşısında ömür tüketiyor.

Ne televizyon ne de bilgisayar zannedildiği gibi kullanıcıları daha bilgili, görgülü yahut mutlu kılmıyor. Çünkü modern araçlar, hizmet ettikleri amacın ötesinde bir işleve sahip. “Araç, mesajdır.” diyen ünlü iletişim bilimcisi McLuhann ne kadar da haklıymış!

Türkiye'nin Bir SSS'i Var mı?


Türkiye’nin bir sosyal sigortalar sistemi (SSS) var mı? Kağıt üzerinde evet. Devlet bunun için 13 milyon aktif sigortalıdan ve işvereninden her yıl para topluyor. Fakat sistem kendini ayakta tutmaktan uzak. Geçen yıl SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı toplam 4,5 milyar YTL prim topladı. Fakat bu rakam, sigorta giderlerini karşılamıyor. Bu kuruluşlara 23,8 milyar YTL kaynak aktarıldı.

Bu açık nereden kaynaklanıyor? Mevcut sisteme göre Türkiye’de insanlar 40 yaşında emekli olabiliyor. Yani 13 milyon aktif sigortalı aslında 30 milyonun üzerinde insanın emekli maaşını karşılıyor. 1991 yılında emeklilik yaşını seçim malzemesi yapan Demirel, popülist bir kararla emeklilik yaşını erkeklerde 40’a, kadınlarda 38’e indirmişti. Yani 40 yaşına gelen birisi üretime katkı yapmayı bırakıyor ve emekli maaşı almaya başlıyor. Aradaki farkı devlet kasasından ödemek zorunda. Tabii ödenen para devletin kasasından değil, sigortalılardan ve işverenden çıkıyor.

Sorun yine dönüp dolanıp üretim ve verimlilik meselesine geliyor. Türkiye’deki iş toplam iş gücünün ne kadarının vasıflı olduğuna, yüzde kaçının fiili üretim sağladığına baktığınızda tablo hiç iç açıcı değil. Türkiye’nin yeni bir SSS’e acilen ihtiyacı var. Yoksa bunun bedelini hepimiz ödemeye devam edeceğiz.

Şeffaflık Bir Sonraki Bahara mı?


Emniyet Genel Müdürlüğü bir genelge yayınlayarak “suç üstünde yakalansa bile askerlerin polis tarafından gözaltına alınamayacağını” açıkladı. Üst düzey asker ve polisler bunun güvensizlikten kaynaklanmadığını, hukuka uygun olduğunu, vs. izah etmeye çalışıyorlar. Oysa hukuk düzeninde aslolan istisnaları asgariye indirmektir. Kamu görevlilerini, milletvekillerini, askerleri çeşitli istisnai hükümler altında korumaya almak, hukuk sisteminin devlet eliyle delinmesi demektir. Hukukun üstünlüğü ve kanun önünde eşitlik, bütün ülke vatandaşlarına uygulandığı zaman köklü ve işler bir sistem haline gelir. Dokunulmazlık ve özerkliklerin yaygınlaştırılması, vatandaşların sisteme olan güvenini sarsar. Siyasi kaygılarla hukuk düzeninden taviz vermek, adil bir sistemden vaz geçmek anlamına gelir. Türkiye yıllardır resmi ve gayri resmi dokunulmazlıkların bedelini ödüyor. İnsanlarımızın hukuka ve kanunlara bağlı olmasını istiyorsak, bunu herkesten talep etmeliyiz.

Askeri Üsler ve Satılık Ülkeler


Kırgızistan hükümeti, başkent Bişkek yakınlarındaki Amerikan üssünün kira süresinin uzatıldığını ve kira bedelinin yıllık 20 milyon dolar olarak belirlendiğini açıkladı. 11 Eylül sonrasında Orta Asya’ya yerleşme kararı alan Amerika, Türkî cumhuriyetlerde askeri üsler kuruyor. Kırgızistan ve Afganistan dışında Özbekistan’da da Amerikan üsleri bulunuyor. Buralarda binlerce Amerikan askeri tetikte bekliyor.

Gözlemciler bu üslerin daimi olacağına ya da en azından uzun bir süre kalacağına kesin gözüyle bakıyor. Bunun dışında Suudi Arabistan başta olmak üzere bütün Körfez ülkelerinde ve Basra Körfezi’nde Amerikan üsleri bulunuyor. Bu listeye, Adana İncirlik’i de ekleyelim.

Bütün bunları alt alta koyduğunuzda ortaya nasıl bir tablo çıkıyor? Amerika’nın İslâm dünyasının en stratejik noktalarını abluka altına almış olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Bu kadar büyük askeri yığın karşısında İslâm ülkeleri ne yapıyor? Sadece Lübnan’daki saldırılardan üzüntü duyduklarını söylüyorlar.

Eğer Amerika gerçekten iddia ettiği gibi ahlâklı ve dürüst bir dış politika izliyorsa o zaman biz de Amerikan topraklarında sembolik de olsa bir askeri üs açma talebinde bulunalım. Şimdi böyle bir teklife “tek kelimeyle çılgınlık” diye bakanlar, acaba Amerikan üslerini neden “normal” bir şey olarak görüyor?

    Kısa Kısa Dünya Turu


    Amerika, çocuk pornoculuğunun merkezi olmaya devam ediyor. İnternet İzleme Vakfı, illegal çocuk resimleri içeren 2500 internet sayfası bulduğunu ve bunların yarısının Amerikan kökenli olduğunu açıkladı. Polise şikayet edilen pek çok sayfanın hâlâ açık olduğu da bildiriliyor. Ortadoğu’ya demokrasi, özgürlük ve ahlâk getireceğini söyleyen Amerikalı yöneticiler biraz da kendi “arka bahçelerine” baksalar, dünyada daha fazla sükûnet olmaz mıydı acaba!

    ***

    2006 Dünya Kupası’nın galibi İtalya oldu. Fakat çeyrek final maçlarından sonra kupanın tadı kaçtı. Çünkü dünya kupası birden “Avrupa kupası”na dönüştü. Sadece Avrupa takımlarının oynadığı bir kupa, Avrupa dışındaki ülkelerde heyecan uyandırmadı. Öyle veya böyle “küresel bir oyun” daha sona erdi. Şimdi yine önümüzde hayatın acı ve acımasız gerçekleri var.

    ***

    Eskiden “tüfenk çıktı mertlik bozuldu” denirdi. Şimdi “radarlı olta çıktı mertlik bozuldu” diyor usta balıkçılar. Yeni radarlı olta, denizdeki balıkları tarayarak ekrana yansıtıyor ve balıkçıya tüyo veriyor. Artık balıkçının ustalığı değil, radarının gücü belirleyici olacak. Eski balıkçılar bunun işin tadını kaçıracağını düşünüyor. Çünkü balıkçılıkta marifet çok değil, büyük balık tutmak. İnsan sormadan edemiyor: Mertlik kaç defa bozulur erenler?!

    ***

    Cumhurbaşkanlığı konusundaki tartışmalar, yenisi seçilene kadar bitmeyecek görünüyor. Muhalefet “toplumsal mutabakatla seçilmeli” diyor. Birkaç cümle sonra bu mutabakatın ne olduğu anlaşılıyor: Cumhurbaşkanını biz seçmeliyiz. Demek ki Türkçe’de mutabakat/uzlaşma kelimesinin böyle anlamları da varmış!