- Çözülmeyi Bekleyen Bir Kördüğüm: Suriye

Adsense kodları


Çözülmeyi Bekleyen Bir Kördüğüm: Suriye

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
reyyan
Thu 7 June 2012, 04:35 pm GMT +0200
Dünya Hali



Sadık Şanlı |
Nisan 2012 | DÜNYA HALİ   


Çözülmeyi Bekleyen Bir Kördüğüm: Suriye


Filler tepişince ezilen çimenler oluyor. Bunun son ibretlik örneğinin, maalesef yanı başımızdaki Suriye’de yaşandığına şahit oluyoruz. Bir yanda hak etmediği bir iktidarı 40 yıldır baskı ve zulümle sürdüregelen, hiçbir hukuk, vicdan ve insanî değeri tanımaksızın kendi halkına karşı katliama girişen Baas rejimi, diğer yanda ülkeyi politik bir çatışma alanına çeviren batılı ve doğulu küresel güçler… Olan ise müslüman Suriye halkına oluyor. Arap Baharı’yla birlikte başlayan iç karışıklığın şiddetini her geçen gün artırdığı ülkede bilanço ürkütücü: Ölen 15 bine yakın sivil ve asker, ülkeden kaçan 30 bine yakın insan… Kaçanların yaklaşık 20 bini ise Türkiye’ye sığınmış durumda. Ve Suriye’de sular kısa sürede durulacağa da benzemiyor.

Bu tablonun ortaya çıkmasında birkaç temel faktör var. Bunların en başında Baas rejimine karşı örgütlenen muhalefetin etkili bir lidere kavuşamamış olması geliyor. Arap Baharı’nın etkisiyle yönetim değişikliklerine sahne olan Tunus, Mısır ve Libya örneklerini hatırlarsak, bu ülkelerde yönetim karşıtlarının kısa sürede sonuç almalarının en önemli sebebi, etrafında birleşebilecek bir grup ve lidere sahip olmalarıydı. Suriye muhalefetinin mevcut lidersizlik sorunu çözülene kadar etkili bir sonuç alınamayacağı ortada.

Diğer yandan, Libya örneğinde olduğu gibi uluslararası askerî bir müdahale de Beşşar Esed önderliğindeki Baas rejimini düşürebilir. Fakat bu şıkkın önünde ciddi engeller bulunuyor. Öncelikle böylesi bir seçeneğe ekonomik krizle boğuşan ve ek maliyetlerle bütçeleri daha da zora girecek Batılı güçler yanaşmıyor. Diğer yandan buna Türkiye sıcak bakmıyor. Afganistan, Irak ve Libya’ya uluslararası müdahalenin yıkımdan başka bir şey getirmediği göz önüne getirilirse Türkiye’nin haklılığı ortada. Ayrıca böyle bir seçeneğe Rusya, Çin ve İran gibi ülkelerin direnişi söz konusu. Bu ülkelerin politik zihniyet açısından yakın oldukları Baas rejimi gibi bir müttefiki kaybetmek istememeleri en önemli etken. Bu etkene Suriye’nin askerî ve ticarî alanda en yoğun işbirliğini bu üç ülkeyle yaptığını eklememiz gerekiyor.

Meselenin Türkiye’yi ilgilendiren tarafına gelirsek, Suriye konusunda en büyük sıkıntıyı yaşayan ülkenin Türkiye olduğunu ifade edebiliriz. Öyle ki, Suriye meselesi Türkiye’nin iç ve dış siyasetteki prestiji açısından bir varoluş meselesi haline gelmiş durumda. Suriye’de iç karışıklığın bu noktaya geleceğini Türkiye’nin çok önceden görmesine ve Suriye yönetimini defalarca önalmaya çağırmasına rağmen, karşılık bulamadı. Ve Türkiye, Esed yönetimiyle bağlarını yavaş yavaş kopartarak Suriye muhalefetinin Türkiye’de örgütlenmesine izin verdi. Haliyle, Suriye muhalefetinin yaşayacağı her başarısızlığın faturası Türkiye’ye çıkartılmaya çalışılacaktır. Diğer yandan Batılı güçler, Suriye’ye yapılması düşünülen askerî bir müdahaleyi Türkiye’ye ihale etmeye çalışıyorlar. Oysa Türkiye’nin Suriye’de müslüman kanı dökecek bir pozisyona girmesini ne mevcut iktidar ne de halk olarak biz istiyoruz. Fakat Suriye’de yaşanacak bir mezhep kavgasının ve iç savaşın Türkiye’yi olumsuz etkilemesi kaçınılmaz. Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan önemli kapılarından olan Suriye’de durumun düzelmemesi, Türkiye’ye göçleri artıracağı gibi, ticaretimize de büyük zararlar vermeye devam edecek. Suriye’nin artık Türk nakliyat şoförleri ve hacıları tarafından kullanılamayacak kadar güvensiz ve tehlikeli bir ülke olduğunu da yaşayarak gördük.

Burada özetlemeye çalıştığımız kadarıyla, Suriye bir kördüğümü andırıyor. Bu kördüğüm ise büyük oranda 1 Nisan’da İstanbul’da yapılacak “Suriye’nin Dostları” toplantısında çözülecek. Suriye’nin geleceğini belirlemede önemli olan bu toplantıdan, Suriye halkı, Türkiye ve tüm insanlık adına en hayırlı kararın çıkması en büyük temennimiz.

İşçi Ölümlerinin Hatırlattıkları

Ülkemizde birbiri ardına gerçekleşen toplu işçi ölümleri içimizi kanatmaya devam ediyor. Son olarak İstanbul Esenyurt’ta bir inşaatın işçilerinin kaldığı çadırların yanması sonucu 11 işçinin hayatını kaybetmesiyle üzüldük. Ülke olarak işçi sağlığı ve iş güvenliği üstüne gerekli hassasiyetleri göstermedikçe bu kayıpları yaşamaya devam edeceğimiz bir gerçek. Halihazırda Türkiye’nin işçi ölümlerinde Avrupa birincisi ve dünya ikincisi konumunda oluşu bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Yasal mevzuatlarımızı bizden hayli ileride olan Avrupa Birliği mevzuatlarına birebir uyumlu hale getirmedikçe ve etkin bir şekilde denetlemedikçe bu gerçek değişmeyecek.

Gerek kamuda, gerekse özel sektörde ne iş güvenliği tastamam ne de işçi sağlığı gözetiliyor. Üstelik işçilerin hayat standartları ve sosyal güvenceleri de hak getire. Bir vurdumduymazlıktır, bir hırstır, almış başını gidiyor. İşçi çok çalışsın, az kazansın, mümkünse sosyal güvencesi verilmesin, verilirse de asgari düzeyde verilsin, kötü koşullarda çalışsın, yaşasın, hatta üç kuruş fazla kâr uğruna çadıra mahkum olsun, yansın, ölsün… Liste uzuyor gidiyor.

Sahi, müslüman bir toplumuz. “Utanmıyorsan dilediğini yap!” diyen bir peygamberin ümmeti olarak bu utanç manzaralarından ne zaman hicap duyacağız? Ne zaman ufak hesaplarımız uğruna çalışanı önemsiz görmekten, sağlığından, canından etmekten, geride gözü yaşlı ailelerini bırakmaktan, emek sömürüsüyle belki daha çok kazanacağımız ama hayrını göremeyeceğimiz kazançlarımızdan vazgeçeceğiz? Ne zaman “eşref-i mahlûkat” olan insana devlet, toplum ve bireyler olarak hak ettiği değeri vermeyi öğreneceğiz? Müslümanlar olarak bu soruları sormak zorunda kalmak bile büyük ayıp!

15. Yıldönümünde “Darbeler Tarihinin En Ahlâksızı”

Başlıktaki ifade 28 Şubat döneminde Tansu Çiller’in başdanışmanlığını yapmış olan Hüseyin Kocabıyık’a ait. Çiller’in Doğru Yol Partisi Genel Başkanı ve Refahyol hükümetinde Başbakan Yardımcısı olduğu dönemde danışmanlığını üstlenen Kocabıyık, 28 Şubat post-modern darbesine içeriden tanık olmuş isimlerden. Dolayısıyla, bu ismin son günlerde çeşitli televizyon kanalları ve gazetelere yaptığı konuşmalar, bu dönemin aydınlanması açısından büyük bir önem taşıyor.

Kocabıyık, 28 Şubat post-modern darbesini “Darbeler tarihinin en ahlâksızı” olarak isimlendirerek, oldukça isabetli bir yorumda bulundu. 28 Şubat darbesi, ülkede oluşturulan suni bir “irtica yükselişte” propagandasıyla asker, siyaset, yargı, büyük sermaye, medya ve tüm bunların dış destekçileri tarafından kotarılmış bir darbeydi. Bu darbeyi diğerlerinden ayıran ve “post-modern” olarak isimlendirilmesine sebep olan durum ise bu kez askerin yönetime el koymasına gerek kalmamasıydı. İşi, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya’nın deyimiyle “silahsız kuvvetler”, yani askerin dışında unsurlar halletmişti. Sonuç olarak, dönemin meşru hükümeti baskılara dayanamayarak istifa etmiş ve ülkeyi yeniden dizayn edecek bir hükümet kurularak, darbeyi kurumsallaştırmayı amaçlayan çeşitli hukukî düzenlemelere imza atılmıştı. Tabii, 28 Şubat burada özetini geçtiğimiz durumdan ibaret olmadığı gibi, darbenin aslında ne amaçla yapıldığı ve toplumda tırmandırılan “irtica korkusu”nun aslında neyi gizlemeyi amaçladığı, geride kalan süreçte ortaya çıktı.

Kocabıyık’ın ifadesiyle ülkenin hazinesi boşaltılarak 80 milyar dolarlık bir vurgun gerçekleştirildi. Bu para ise dönemin büyük sermayesi ve medya patronlarının cebine gitti. Bu soygun gerçekleşirken, dönemin çeşitli bakanlarının ve milletvekillerinin ne tür şantajlara boyun eğdiği de bir bir ortaya döküldü. 28 Şubat dönemi toplumsal hafızamızda henüz tazeliğini koruyor. O dönemde toplumun, özellikle inançlı kesimlerin ne tür zorbalıklarla karşı karşıya kaldığını, başörtülü kızların okula alınmayışlarını, dindar subayların ve akademisyenlerin kurumlarından atıldıklarını, imam-hatip okullarının orta kısımlarının kapatılışını, sadece inançlı olduğu için yargının siyasi kararlarıyla hapse atılanları, yaşanan ekonomik çöküntü nedeniyle mağdur olan milyonlarca işçiyi, esnafı ve daha nicesini unutmuş değiliz.

Dönem hakkında konuşan isimler arttıkça fotoğraf daha da belirginleşecek ve 28 Şubat’ın sorumluları adım adım yargının karşısına çıkacakları güne yaklaşacaklar. 28 Şubat’ın bazı aktörleri durumu sezmiş olmalılar ki, şimdilerde kendilerini aklamaya çalışmakla meşguller. Öte yandan, 28 Şubat’ın mağduru olmuş çeşitli isimlerin, köşelerinde dönemin medya patronlarını aklama girişimlerinde bulunmalarına da hayretle şahit olduk. Acaba hangi âli menfaatleri bu isimleri bir ahlâksızlığı, suçu örtbas etmeye itebiliyor?

Şu bir gerçek; bu ülke 28 Şubat da dahil tüm darbelerle ve darbecileriyle er geç hesaplaşacak. Toplumda böyle bir talep hiç olmadığı kadar var. Bu iradenin önünde durulamaz. Ve unutulmamalı ki, milli iradeye kasteden ve yetimin, mazlumun, 75 milyon insanın hakkına girenlerin yanında saf tutanlar da unutulmaz.

4. Yargı Paketi Ne İçeriyor?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nde görülen davalara yönelik yıllık değerlendirme sonuçları her yıl düzenli olarak açıklanıyor. Türkiye uzun yıllardır AİHM tarafından en çok mahkum edilen ülkeler arasında ön sıralarda yer alıyor. Özellikle son birkaç yıldır, Türkiye ile Rusya arasında kıyasıya birincilik ve ikincilik mücadelesi yaşansa da, Türkiye son iki yıldır birinciliği kaptırmıyor. Tabii, ülkemiz açısından bir utanç vesikası olan bu durum çok da anormal değil. Çünkü Türkiye, adalet mekanizması hayli sorunlu olan ve ağır işleyen, köklü hukuk reformlarına ihtiyacı olan bir ülke.

Ülke olarak evrensel hukuk normlarına kavuşup, bunlara işlerlik kazandırana kadar da, AİHM’nin aleyhte kararlarına ve yaptırımlarına maruz kalmamız kaçınılmaz olacak. AİHM’ne Türkiye’den yapılan başvuruların ana sebebini oluşturan “hak ihlalleri”, bu durumu kaçınılmaz kılan temel nedeni ortaya koyuyor. Türkiye, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren gerek anayasa gerekse ceza yasalarıyla bireyi değil, devleti önceleyen bir ülke. Bu düşünceden hareketle oluşturulmuş hukuk sistemi ve bu sisteme işlerlik kazandıran yargı mensuplarının devleti koruma içgüdüsü ve zihniyetiyle hareket etmeleri, ortaya sık sık sık bireylerin haklarının çiğnenmesi gibi bir sonuç çıkartıyor.

Diğer yandan davaların geç karara bağlanması, bu sırada uzun tutukluluk süreleriyle vatandaşların mağdur olmaları, evrensel hukuk normları ve AİHM kararları/içtihatlarıyla uyumsuz yasalarımızdan doğan aksaklıklar ve daha pek çok sebep, ortaya bu manzarayı çıkartıyor. Önümüzdeki günlerde ise Türkiye’nin tüm bu konularda önünü açacak bir düzenleme TBMM’ye gelecek. “4. Yargı Paketi” ismini taşıyan düzenlemeler hakkında Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış’ın değerlendirmesine göre, AİHM’nde 3 bin civarında dosyanın çözüme kavuşması öngörülüyor. Böylece, Türkiye’deki yargı yükünün hafiflemesi ve Türkiye’nin uluslararası imajına çok önemli katkılarda bulunulması hedefleniyor. Pakette ayrıca, 12 Eylül 2010 referandumunda kabul edilen maddeler arasında yer alan Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkına dair düzenlemeler de yer alıyor. Bu düzenlemelerin, vatandaşların AİHM’ne gitmek yerine iç hukuk yoluyla haklarını aramalarına katkı sağlayacağının altını çizmek gerekiyor. Paketin kısa vadede oldukça olumlu sonuçlar doğuracağını şimdiden belirtebiliriz.

Kısa Kısa

28 Şubat post-modern darbesi en büyük darbelerinden birini eğitime indirmişti. Bu dönemde, imam-hatip liselerinin orta kısımları kapatılmış, imam-hatiplilerin üniversitelerde okuyabilmelerinin önünü tıkamak için getirilen katsayı uygulaması sebebiyle, tüm meslek liseleri zarar görmüştü. Yakın bir zamanda TBMM’de bu sıkıntıları giderecek bir düzenleme yapıldı. 4+4+4 olarak isimlendirilen yeni sistem ile öğrenciler ilkokul, ortaokul ve lisede 4’er yıl okuyarak, 12 yıllık eğitim süreleri içinde diledikleri zaman istedikleri okula gidebilecekler. Yaklaşık bir asırdır ABD’de de başarıyla uygulanan sistemin, ülkemizde de başarıyla uygulanması ve artık sürekli değiştirilmesiyle değil, artıracağı başarı oranlarıyla gündeme gelecek bir eğitim sistemimiz olması önemli bir toplumsal beklenti.
1888-1965 yılları arasında İngiltere’nin sömürgesi olan Afrika ülkelerinden Gambiya, bu dönemde dünyanın en önemli tarım ülkelerinden biri olur. Ülkede İngiliz işgali son bulduktan sonra, Gambiya yönetimi tarım arazilerini kamulaştırarak vatandaşları arasında eşit şekilde dağıtır. Kimi insanlar aldıkları toprakları ekip biçmediği için zamanla tarımcılık önemini kaybeder ve ülke çok geçmeden kıtlıkla burun buruna kalır. Bu olaydan çıkartılacak ders ise, tarımın geniş arazilerde yapılması, verimli arazilerin çok parçaya bölünmemesi gerektiğidir. Türkiye’de de bu sorun yaşanıyor. Birçok verimli arazi miras yoluyla bölünüyor. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bu sorunun aşılmasını sağlayacak önemli bir proje geliştirmiş. Artık geniş topraklar bölünmeksizin, karşılığı diğer mirasçılara ödenmek koşuluyla ehil olanın elinde kalacak ya da mirasçılar bir şirket bünyesinde toplanarak, topraklarını bölmeden kullanma yoluna gidecekler. Sizce de iyi bir fikir değil mi bu?
SETA Vakfı, 15-29 yaş aralığındaki 10.174 gencin katılımıyla gerçekleşen “Türkiye’nin Gençlik Profili” araştırmasını yayımladı. Araştırma sonuçlarına göre az okuyan, az spor yapan, çok sigara içen, çok televizyon izleyen ve internette ve sosyal ağlarda aşırı zaman harcayan bir gençlikle karşı karşıyayız. Araştırma sonuçlarına bakıldığında, ufku ve vizyonu hayli sınırlı, gündeme ve dünyaya ilgi duymayan, yabancı dil bilme oranının düşük olduğu bir gençlik profili karşımıza çıkıyor. Doğal olarak, araştırma sonuçları okuyanı gelecek adına kaygılandırıyor. Bu sonuçlardan aileler ve eğitimcilerin çıkartacağı çok önemli sonuçlar olduğu aşikâr. Diğer yandan, araştırma sonuçlarına göre dergimiz Semerkand, Türkiye’de gençlerin en çok okuduğu 5. dergi imiş. Her alanda oldukça çarpıcı sonuçların yer aldığı araştırmaya http://www.setav.org/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Afganistan’da 2003 yılından bu yana görev yapan Türk Barış Gücü’ne mensup 12 rütbeli askerimizin bir helikopter kazası sonucu şehit olması, “Askerimizin Afganistan’da ne işi var?” sorusunu gündeme getirdi. Hepimizin bildiği üzere, Türk askeri Afganistan’da tamamen barış amaçlı, yani bulunduğu bölgede asayişi sağlamak üzere bulunuyor. Ve Afgan halkının belki de sevip, bağrına bastığı tek asker de bölgede okullar, hastaneler inşa eden, halka yakın davranan Türk askeri. Üstelik askerimizin görev yaptığı bölge, halihazırda Afganistan’ın en sorunsuz bölgesi. Afganistan, dünyada en fazla uyuşturucu hammaddesi ekilen ülkeler arasında. Oradan dünyaya yayılan uyuşturucular Türkiye’den geçtiği gibi, ülkemizdeki çeşitli yasadışı örgütlerin de finans kaynaklarının önemli bir bölümünü oluşturuyor. Ve askerimizin bulunduğu bölgede uyuşturucu üretimi sıfırlanmış durumda. Yani bir noktada Türkiye’nin güvenliği Afganistan’dan da geçiyor. Neden Afganistan’da bulunduğumuz mu sorulmuştu?

8/A
Sat 3 May 2014, 12:10 pm GMT +0200
ESSELAMÜN ALEYKÜM VE RAHMETULLAHİ VE BEREKATÜH(...)
Suriyeli Müslüman kardeşlerimi düşündükçe ne yemek yiyesim ne mutlu olasım nede içimi refah ve ferah tutasım geliyor(...)
Oradaki kardeşlerimin durumlarını düşündükçe dünyadan kopuyorum yalnız ve yalnız ALLAHU TEALA'ya şükür ediyorum ve oradaki kardeşlerim için dua(....)
Allah'ım yüreğimiz yanıyor, kalplerimiz ağlıyor, bizim kardeşlerimiz bizim bacılarımız, analarımız ve babalarımız şehit ediliyor. Efendimiz'in yüzü hürmetine nerede zulüm gören Kardeşimiz var ise onlara yardim eyle. İslamı ve Müslümanlar'ı yeryüzüne Hakim eyle bizleride hayirla ile vesile eyle. "Amin"