- Câhiliye Döneminde Vuku Bulan Bazı Olaylar

Adsense kodları


Câhiliye Döneminde Vuku Bulan Bazı Olaylar

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Esila
Thu 3 February 2011, 01:17 pm GMT +0200
Câhiliye Döneminde Vuku Bulan Bazı Olaylar


Kusayy B. Kilab´ın Ka´be´nin İdaresini Huzaalılardan Alıp Kureyşlilere Geri Vermesi

Fasıl

Câhiliye Döneminde Vuku Bulan Bazı Olaylar.

Câhilîye Döneminde Şöhret Bulmuş Bazı Kimseler Halid B. Sinan El-Absî

Cahîlîye Döneminin Meşhur Cömertlerinden Hatem Taî

Abdullah B. Cüd´an.

Meşhur Şaîr Îmru´l-Kays.

Cahîliye Dönemi Şairlerinden Ümeyye B. Ebî´s-Saltes-Sakafî

Rahip Bahîra.

Kuss B. Saide El-İyadî



Kusayy B. Kilab´ın Ka´be´nin İdaresini Huzaalılardan Alıp Kureyşlilere Geri Vermesi


Kusayy´m babası Kilab ölünce, Uzre kabilesinden Rebia b. Haram, onun anasıyla evlendi. Üvey babası, onu ve anasını kendi memleketine götürdü. Daha sonra Kusayy, genç yaşta Mekke´ye geldi. Huzaa kabile­sinin reisi Huleyl b. Hubşiye´nin kızı Hübba ile evlendi. Huzaalılann de­diklerine göre, kendi kızıyla evlenen Kusayy´m çocuklannın çokluğunu gören reis Huleyl, Ka´be´nin idaresini Kusayy´a vermiş ve: "Bu işe, sen benden daha layıksın." demiş. İbn îshak der ki: Bunu, sadece Huzaah-lardan duyduk. Başkalarının anlattıklarına göre Kusayy, Ka´be´nin idaresini ele geçirmek için ana tararından olan kardeşlerinden -ki reis­leri de Rizah b. Rebia idi- Kinane ve Kudaa oğullan ile, Mekke çevresin­deki Kureyşlilerden ve diğerlerinden yardım istemiş; yardımına gelen­lerin desteğiyle güçlenip Huzaahlan Ka´be´den uzaklaştırmış ve yöneti­mi ele almıştır.

Hacılara izin verme yetkisi, Sufelilerin elinde idi. Bunlar, Beni Gavs b. Mürr b. Üdd b. Tabihe b. îlyas b. Mudar kabilesinden idiler. Onlar, şeytan taşlamaçlıkça başkalan taşlamaz, Mina´dan dönmedikçe başka-lan dönmezdi. Hakimiyetleri yıkılıncaya kadar bu yetki, onlarda kaldı. Onlardan sonra bu yetki, aradaki nesep yakınlığı sebebiyle Beni Sa´d b. Zeyd b. Menat b. Temim´e geçti. Bunlardan ilk olarak bu yetkiyi kulla­nan Safvan b. Haris b. Şicne b. Utarid b. Avf b. Ka´b b. Sa´d b. Zeyd-i Me­nat b. Temim olmuştur. Bu yetki, onun ailesinin elinde kaldı. En sonun­da Kerib b. Safvan´ın elindeyken İslâmiyet gelip oraya hakim oldu.

Müzdelife´de hacılara hareket iznini verme yetkisi, Advanlılann elindeydi. İslâmiyet gelince bu yetki, onların bu işle görevli son şahsiye­ti olan Ebu Seyyare Amile b. A´zel´in elindeydi. Bu zatın adının As; A´zel´in adının da Halid olduğunu söyleyenler olmuştur. Tek gözlü bir katmn üzerinde durur, insanlara Müzdelife´den hareket izni verirdi. Bu görevi kırk yıl müddetle sürdürdü. Diyeti, 100 deve olarak belirleyen ilk kişi odur. Şu sözü ilk olarak söyleyen de odur: "Gayrete gelelim, diye musibet göründü!" Bu sözü, Süheylî nakletmiş tir. Araplar arasıda bir hadise vuku bulunca, Amir b. Zarib el-Advanî´nin hakemliğine başvuru­lur, onun verdiği hükme razı olunur ve uyulurdu. Bir defasında hünsa (erkek ve dişi organı olan kişi) adamın miras hakkı konusunda fikrini sormuşlardı. Bu konuda nasıl hüküm vereceğini düşünerek uykusunu kaçırmış, geceleyin uyuyamaz olmuştu. Davarlarını gütmekte olan ca­riyesi Süneyle, onun bu halini görünce, "Babası ölesice, neyin var, niye uyuyamıyorsun bu gece " diye sormuş, o da kafasını yoran meseleyi ca­riyeye anlatmış, cariye de bu konuda sana bir çare bulabilirim, demiş ve teklifini şöyle açıklamış: "Hükmünü, hünsanm idrarının çıkış yerine gö­re ver." Cariyenin bu sözü karşısında Amir: "Vallahi, beni sıkıntıdan kurtardın." demiş ve hükmünü, onun teklifi doğrultusunda vermiş.

Süheylî dedi ki: Bu, emare ve alametlerle istidlalde bulunma türün­den verilen bir hükümdür. Bunun şeriatta da yeri vardır. Zira yüce Al­lah buyurmuş ki:

"Onlar, sahte bir kan ile Yusuf un gömleğini getirdiler." (Yûsuf, ıs.) Yusuf un gömleğinde kurt dişlerinin izi olmadığı halde kardeşleri, onun gömleğine sahte bir kan sürmüşler ve kurt taraûndan parçalanıp öldürüldüğünü söylemişlerdi.

Bir başka ayette de, Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer gömleği önden yırtılmışsa, o (kadın) doğru söylemiştir. Bu (Yusuf) ise yalancılardandır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, o (ka­dın) yalan söylemiştir. Bu (Yusuf) ise, doğru söyleyendir." (Yûsuf, 26-27.) Bir hadiste de şöyle buyrulmuştur:

"(Doğum yapıncaya kadar) onu (kendisine zina isnadında bulundu­ğunuz hamile kadını) bekletin (hemen recmetmeyin.) Eğer kıvırcık saç­lı, benzi kül renkli, güzel bir çocuk doğurursa o çocuk, kadınla zina etti­ğini iddia ettiğiniz erkeğe aittir."

İbn İshak dediki: Haram aylardaki haramlığı başka aylara ertele­me işi, Fukaym b. Adiyy b. Amir b. Salebe b. Haris b. Malik b. Kinane b. Hüzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar´daydı.

İbn îshak dedi ki: Araplara ilk erteleme (nesi) yapan, Kalemmes´tir. Kalemmes´in asıl adı Huzeyfe olup Abd b. Fukaym b. Adiyy´in oğludur. Ondan sonra oğlu Abbad.; Abbad´dan sonra Kala´ b. Abbad; Kala´dan sonra Ümeyye b. Kala´, Ümeyye´den sonra Avf b. Ümeyye, en sonunda da Ebu Sümame Cünade b. Avf b. Kala´ b. Abbad b. Hüzeyfe bu işi yapmıştır ki, Kalemmes adıyla bilinen kişi budur. Ebu Sümame, bu işi yapmak­tayken İslâmiyet hükümran oldu.

Araplar, hac ibadetlerini eda ettikten sonra onun etrafında topla­nırlar, o da onlara hitab eder, haram ayların haramlığını duyurur, bu aylarda kimsenin kimseye sataşmaması gerektiğini bildirirdi.

Bu aylardan birini helal kılmak istediğinde muharrem ayını helal kılar, onun yerine safer ayım haram olarak ilan ederdi M, Allah´ın belir­lediği haram ayların sayısını tuttursunlar. Böyle yaparken de şöyle der­di: "Allah´ım! Ben, iki saferden birincisini helal kıldım, diğerinin haramlak hükmünü önümüzdeki yıla erteledim.» Onun bu ertelemesine, Arap­lar da uyarlardı. Cezl et-Tian diye bilinen Umeyr b. Kays, bir şiirinde şu konuya şöyle değinmiştir.

"Maadd bilir ki, benim kavmimin güzel hasletleri vardır.

Onlar, insanların en şereflileridirler.

Okçulukta var mıdır bizi geçebilen Kimlere,

Gem çiğnetmedik ki biz, Maadd´a karşı,

Helal ayları haram kılıp da hükmünü ertelemedik mi "

Kusayy, kavminin lideri ve emrine uyulan büyüğüydü. Arap yarı­madasının çeşitli yerlerine dağılmış olan Kureyşlileri toplayıp bir araya getirdi. Kendisine itaat eden Arap kabilelerinin de yardımıyla Huzaalılara karşı savaş açtı, onları Ka´be´den uzaklaştırdı, Ka´be´nin idaresini ele aldı. Bu uğurda kendisi ve taraftarlarıyla Huzaalılar ara­sında çok çetin çarpışmalar oldu. Neticede Ya´mür b. Avf... b. Kinane´nin hakemliğine başvurdular. O da, Huzaalılardan çok, Kusayy´ın bu göre­ve layık olduğuna; Kusayy´ın, Huzaalılarla Bekr oğullarından öldürdü­ğü adamların kanlarının karşılıksız kalmasına, Huzaalılarla Bekr oğullarının öldürdükleri Kureyşli, Kinaneli ve Kudaalı adamların di­yetlerinin ödenmesine, Mekke´nin ve Ka´be´nin yönetiminin Kusayy´a verilmesine karar verdi.

Yamür b. Avf... b. Kinane, "Ölen Huzaalılarla Bekr oğullarının kan bedellerini ayaklarımın altına alıp eziyorum." dediği için, ezen ve kıran anlamına gelen Şeddah adını almıştır.

İbn îshak dedi ki: Kusayy, Ka´be´nin ve Mekke´nin idaresini ele aldı. Dağınık yerlerdeki kavmini toplayıp Mekke´ye getirdi. Mekkelilerle kendi kavminin başına geçti. Halk, onu hükümdar olarak tamdı. Ancak, Arap kabilelerinin öteden beri ellerinde bulunan bazı yetkilere karış­madı. O yetkileri, yine sahiplerinde bıraktı. Bu düzeni değiştirmemeyi prensip edindi. Safvan, Advan, Neşe´, Mürre b. Avf kabilelerini, kendi işlerinin başında bıraktı. Nihayet İslâmiyet geldi. Bunların tamamını değiştirdi.

KaT) oğullarından hükümdarlığa ilk geçen kişi, Kusayy´dır. Kavmi, onun hükümdarlığım tanıdı, kendisine itaat ettiler. Hicabet, Şikayet, Rifade, Nedve ve Liva görevlerini kendi üzerine aldı. Mekke´deki şerefli görevlerin tamamını eline geçirdi. Mekke´yi, kendi kavmi arasında dört mıntıkaya ayırdı. Kureyşli olan herkesi, Mekke´deki evlerine yerleştir­di. Hak yerini buldu. Onun dönüşünden sonra adaletten kaçan protesto edildi. Kureyşliler, eski mekanlarına yerleştiler. Huzaalılardandan öc alındı. Kureyşliler, eski şerefli evleri Ka´be´yi Huzaalılardan teslim al­dılar. Bununla beraber, Huzaalılann oraya diktikleri putlar da onlara devredilmişti. Onların, putlar önünde kurban kesme, putların önünde yalvarıp yakarma, onlardan yardım ve rczık dileme gibi uyduruk adetle­ri de Kureyşlilere intikal etmişti.

Kusayy, Kureyş kabilelerinin bir kısmını, Mekke vadisinin iç ke­simlerine, bir kısmını da dış bölgelerine yerleştirmişti. İç kesimlerde oturanlara Kureyşu´l-Bitah, dış kesimlerde oturanlara ise Kureyşu´z-Zevahir denirdi.

Kusayy; Hicabet, Sedene ve Liva gibi reislikleri uhdesinde topla­mıştı. Haksızlıkları ortadan kaldn´mak ve davaları halletmek için bir di­van kurmuş, bu divana Darü´n-Nedve adım vermişti. Bir problemle karşılaşıldığında, kabile reisleri gelip Darü´n-Nedve´de toplanır, birbir­leriyle müşaverede bulunur ve probleme çözüm bulurlardı. Savaş ilanı, evlenme akidleri, buluğa eren kızların kendilerine mahsus gömleği giy­meleri, hep Darü´n-Nedve1 de karara bağlanırdı. Bu divanın kapısı, Mes-cid-i Haram´a açılıyordu. Burası, Abdüddar oğullarından sonra Hakim b. Hüzzam´ın eline geçmiş, o da Muaviye zamanında 100.000 dirheme başkalarına satmıştı. Bu yüzden Muaviye, onu kınamış ve; "Milletinin şerefini 100.000 dirheme sattın." demişti. O da: "Şeref, bu gün takva ile­dir. Allah´a andolsun ki cahiliye devrinde ben orayı bir tulum şaraba sa­tın almıştım. Şimdi ise 100.000 dirheme sattım. Şahid olun ki bu param da Allah yolunda sadakadır. Şimdi deyin bakalım, aldanan hangimiz " demişti.

Dare Kutni bunu, «Esmaü Ricali´l-Muvatta´» isimli eserde anlat­mıştır.

Hacılara su verme işini, Hakim b. Hüzzam yürütüyordu. Hacılar hep onun havuzlarından su içerlerdi. Daha önceleri Cürhümlüler tara­fından kapatılan Zemzem kuyusu, o zamanlar daha bulunup da açılmış değildi. Aradan çok uzun zaman geçtiği için Zemzem kuyusu unutul­muştu. Yeri bilinmiyordu.

el-Vakidî dedi ki: Arafat´tan inen hacıların Müzdelife´ye gidip yolu­nu rahatlıkla bulmaları için, Müzdelife´de ilk olarak ateş yakan Kusayy olmuştur.

Rifade, hac mevsiminin başından sonuna kadar hacılara yemek ver­me işidir.

îbn İshak dedi ki: Hacılara yemek verme görevim Kureyşlilere yük­leyen, Kusayy´dır. Bu zat onlara şöyle demiş: "Ey Kureyş topluluğu! Siz­ler Allah´ın komşuları, Mekkeli ve Harem halkısınız. Hacılar da Allah´ın misafirleri, Beyt´inin ziyaretçileridir. Onlar, ziyafete ve ikrama layıktırlar. Hac mevsiminde buradan ayrılıncaya kadar, onlara yiyecek ve içecek hazırlayın."

Kureyşliler de onun bu tavsiyesine uyarak her sene mallarının bir kısmını bu iş için ona vergi olarak verirler, o da Mina günlerinde insanlara yemek hazırlatırdı. Cahiliye devrinde bu görev, İslam´ın gelişine kadar sürdürülmüş ve nihayet bu güne kadar devam edegelmiştir. Mina günlerinden itibaren hac mevsiminin bitimine kadar sultanın insanla­ra dağıttığı yemek, Rifade görevinin bir gereğidir.

Ancak bu görev, îbn İshak´tan sonra yapılmaz olmuştur. Daha son­raları masrafları ve ücretleri beytül-malden karşılanmak şartıyla taşı­maları için bir grup insanın görevlendirilmesi emredilmiştir ki bunun burada sayılamayacak miktarda faydaları vardır ve bu, gerçekten çok güzel bir uygulamadır. Ancak şunu da söylememiz gerekir ki bu masraf­lar, mutlaka beytül-malden ve en helal fonundan karşılanmalıdır. Ayrı­ca bu hizmeti zımmî azınlıklara yaptırmak daha uygun olur. Çünkü on­lar, hac görevini ifa eden kimseler değildirler. Bu hizmet Müslümanlara yaptırılacak olursa, hac görevlerim ifa edememe durumları söz konusu olur. Oysa bir hadis-i şerifte şöyle Duyurulmuştur:

"Bir kimse, hac yapma gücüne sahip olduğu halde yapmazsa, ister Yahudi olarak, ister Hristiyan olarak ölsün, önemli değildir. Çünkü na­sıl olsa o, Müslüman olarak ölmeyecektir."

Kureyşlilerin sözcüsü, Kusayy´ı övüp kavmi arasındaki şerefini anlatırken şöyle demiştir:

"Ömrüme and olsun ki Kusayy, toplayıcı adını aldı. Fihr´in soyundan gelen kabileleri, Allah onun vasıtasıyla topladı. Onlar, Mekke vadisini şeref ve efendilikle doldurdular ve Bekr oğullarının azgınlarını bizden uzaklaştırdılar."

İbn İshak dedi ki: Kusayy´ın Huzaahlarla yaptığı savaş sona erince baba tarafından üç kardeşi; Hünn, Mahmud ve Cülhüme, beraberle­rindeki adamlarıyla birlikte memleketlerine döndüler. Kusayy´a verdiği cevapta Rizah şöyle demişti:

"Kusayy dan bir elçi geldiğinde, Elçi ´dosta icabet edin.´ demişti bize. Atlar sürüp onun çağrısına koştuk. Hayattan bıkmış tembelleri bir yana attık. Sabaha dek geceleyin yollarda yürüdük. Yok edilmemek için, gündüzleyin gizlendik.. Kuş sürüleri gibi hızlıdır o atlar, Kusayy´ın elçisine bizi götürürler, Gizlice Eşmezeyn´den[1] adam topladık. Her kabileden bir grup insan aldık. Bir gece koşusu için toplanan atlar, Binlerce sayıyı geride bıraktılar. Ascer mıntıkasına uğradıklarında onlar, Develerin çöktüğü yerin yanından yol buldular. Verikan´dan Rükn şelırine uğradılar. Arc şehrinde bir kabilenin yanma vardılar. Haly şehrine gittiler ama tadını alamadılar.[2] Merr´de uzun bir gece kaldılar. Yeni yetmeleri ve bebekleri alçaltırız ki, Atların kişnenıeleriyle kulakları dolmasın. Mekke´ye varınca mubah kıldık bizler, Grup grup adam öldürmeyi. Onları keskin kılıçların ağzına veririz, Her taraftan biz insanların aklını alırız. Güçlülerin zayıfları sevkedişi gibi biz, Onları atlarımızın önüne katar, götürürüz. Huzaalılarla Bekr oğullarını yurtlarında. Öldürdük, bu, nesilden nesile geçti böylece. Onları, hükümdarın yurdundan sürgün ettik. Ki artık ovalık yerlere konaklamasınlar. Esirlerini bağlayıp zincirlere vurduk. Onlardan eza gören kabileleri rahatlattık."

İbn İshak dedi ki; Rizah, kendi memleketine döndükten sonra Al­lah, onun ve Hünn´ün zürriyetini çoğalttı. Bu günkü Uzre kabilesi, onla­rın soyundan gelmektedir.

İbn İshak´ın anlattığına göre Kusayy b. Kilab, bu konuda şöyle de­miştir:

"Ben, suçsuz ve günahsız Lüeyy oğullan kabilesindenim, Mekke´de evim vardı, orada yetiştirildim. Maaddlılar bilirlerin ben, Mekke´nin Bathasını, Hem de Merve´sini iştiyakla sevmekteyim. Kayzer ile Nabit oğulları yanında yer almazlarsa, Ben de Galib´in yanında yer almayacağım. Rizah, yardımcımdır, onunla yücelirim. Yaşadıkça ben, zulümden korkmayacağım."

el-Umevî´nin, Muhammed b. Hafs´dan rivayet ettiğine göre Rizah, Kusayy´m Huzaalıları kovmasından sonra Mekke´ye gelmiştir. Doğru­sunu Allah bilir. [3]



Fasıl


Kusayy yaşlanınca uhdesinde bulunan Kureyş reisliği ile birlikte Rifade, Sikaye, Hicabe, Liva ve Nedve gibi şerefli görevleri, büyük oğlu Abdu´d-Dar´a devretti. Diğer oğullarına değil de sadece Abdu´d-Dar´a vermişti. Çünkü onlar, yani Abdu Menaf, Abdu´ş-Şems ile Abd, babala­rının sağlığında bile büyük güç ve şeref sahibi olmuşlardı. Babaları Ku­sayy, kardeşleri Abdu´d-Dar´ı da şeref ve hükümranlıkta onların seviye­sine çıkarmak istemiş, bu belirtilen görevleri ona vermişti. Kardeşleri de bu hususta onunla anlaşmazlığa düşmemişlerdi. Ancak bunlar, ha­yata gözlerini yumduktan sonra oğulları anlaşmazlığa düştüler ve; "Ku­sayy, Abdu´d-Dar´ı diğer kardeşlerinin seviyesine ulaştırmak için bu gö­revleri ona vermiştir. Babalarımızın hakkettikleri görevlerde biz de hak sahibiyiz." dediler. Abdu´d-Dar´m oğulları ise: «Kusayy, bu görevi bize vermiştir. Şu halde bu görevleri yürütmeye biz, sizden daha layığız.» de­diler. Aralarındaki anlaşmazlık büyüdü. Kureyş oymakları iki fırkaya ayrıldı. Bir grup Abdu´d-Dar oğullarıyla biatleşip anlaştı. Diğer fırka ise Abdu Menaf oğullarıyla biatleşip anlaştı. Andlaşma yaparken de, içinde esans (güzel koku) bulunan büyükçe bir kaba ellerini hatırdılar, sonra da kalkıp esanslı ellerini Ka´be´nin köşelerine sürdüler. Yaptıkları and-laşmaya da ´Esanslılarm andlaşması´ dendi.

Kureyş kabilesinden Esed oğullan, Zühre oğulları, Teym oğulları, Haris b. Fihr oğulları,Abdu Menaf oğullarının yanında yer aldılar.

Mahzum oğulları, Sehm oğulları, Cümah oğulları, Adiyy oğulları ise Abdu´d-Dar oğullarının yanında yer aldılar.

Amir b. Lüeyy oğulları, Muharib b. Fihr oğulları tarafsız kaldılar. Hiç bir grubun yanında yer almadılar.

Birbirleriyle anlaşmazlığa düşen bu iki grup daha sonra şu şartlar üzerinde anlaştılar:

Rifade ve Sikaye görevleri, Abdu Menaf oğullarına verilecekti. Hica-bet, Liva ve Nedve görevleri, eskiden olduğu gibi yine Abdu´d-Dar oğul-, larında kalacaktı. Bu şartlar yerine getirildi ve kurulan yeni düzen de­vam etti.

el-Umevî, Ebu Ubeyde´nirt şöyle dediğini rivayet etmiştir: Huzaalı-lardan bazılarının anlattıklarına göre Kusayy, Huleyl´in kızı Hübba ile evlenmişti. Hüleyl yaşlanıp görev yapamayacak hale gelince, Ka´be´nin idaresini kızı Hübba´ya verdi. Hübba´ya niyabeten bu görevi, Ebu Ğübşan Süleym... b. Amir yürütmeye başladı. Bir süre sonra Kusayy, bir tulum şarab ve bir deve karşılığında bu görevi ondan devraldı. Bu alışverişi duyanlar, "Ebu Ğübşan aldandı." dediler. Bunu gören Huzaalılar, Kusayy ı sıkıştırmaya başladılar. O da kardeşinden yardım istedi. Kardeşi de beraberindeki adamlarıyla onun yardımına geldi ve olanlar oldu.

Bir müddet sonra Kusayy, uhdesinde bulunan Sidanet, Hicabet, Li­va, Nedve, Rifade, ve Sikaye görevlerim oğlu Abdu´d-Dar´a verdi. İcaze (hacılara Müzdelife´den hareket iznini verme) yetkisini Advan oğulları­nın, Nesi´ (haram ayın haramhğım erteleme) yetkisini Fukaym oğulla­rının, Nefr (hacılara Mina´dan Mekke´ye dönme iznini verme) yetkisini Sufelilerin elinde bıraktı. Onların bu yetkilerini ellerinden almadı.

İbn îshak´m anlattığına göre Kusayy´m, dört oğlu iki de kızı varmış. Oğulları;Abdu Menaf, Abdu´d-Dar, Abdu´1-Uzza ve Abd idi. Kızları da Tahmür ile Berre idi. Kusayy in bu çocuklarının anneleri, Hübba binti Huleyl b. Hubşiye b. Selûl b. Ka´b b. Arar el-Huzaî idi. Hübba´nın babası Huleyl, Ka´be´nin idaresini yürüten Huzaalılann sonuncusudur. Ku­sayy b. Kilab, onun elinden idareyi almıştı.

İbn Hişam´m ifadesine göre Kusayy oğlu Abdu Menaf ile eşi Atike binti Mürre b. Hilal kızmn Haşim, Abdu´ş-Şems ve Muttalib adlı üç oğul­lan olnıuştur.Abdu Menafin Nevfel adlı oğlu ise, diğer eşi Vakide binti Amr el-Mazeniye´den doğmuştur.

Abdu Menafin Kbu Amr, Tümadir, Kılabe, Hayye, Rayte, Ümmül Ahsem ve Ümmü Süfyan adlı çocukları da doğmuştur.

Abdu Menaf oğlu Haşim´in kızlı, erkekli dokuz çocuğu vardı ve adla­rı şöyleydi: Abdülmuttalib, Esed, Ebu Sayrı, Nadle, Şifa, Halide, Daife, Rukiye, Hayye. Abdülmuttalib ile Rukiye´nin annesi, Medine´deki Nec-car oğulları ailesinden Amr b. Zeyd b. Lebid´in kızı Selma idi.

İbn Hişam, Abdu Menaf oğlu Haşim´in diğer çocuklarının da annele­rinin adını söyleyerek açıklamasına şöyle devam etmiştir.

Abdülmuttalib´in on erkek, altı da kız çocuğu vardı. Erkekler şun­lardı: Abbas, Hamza, Abdullah, Ebu Talib (Ebu Talibin asıl adı îmran değil, Abdu Menaf tır.) Zübeyr, Haris (Bu, babasının büyük oğludur. Ba­bası Abdülmuttalip, Ebu Haris künyesiyle küny elenmiş ti.), Cahl (Buna Hacl diyenler de vardır. Çok hayır işlediği için kendisine Gaydak lakabı takılmıştı.), Mukavvim, Dırar, Ebu Leheb (Asıl adı Abdu´l-Uzza´dır.) Sa-fiyye, Ümmü Hakim el-Beyda, Atike, Ümeyye, Erva ve Berre.

İbn Hişam, Abdülmuttalib´in oğullarından Abdullah, Ebu Talib ve Zübeyr ile Safiyye dışındaki kızlarının annelerinin Fatıma binti Amr b. Aiz b. İmran... b. Adnan olduğunu söylemiştir.

Abdullah´ın da bir oğlu oldu. Bu, insanoğlunun efendisi ve Allah Rasûlü Muhammed (s.a.v.) idi. Muhammed (s.a.v.)´in annesi, Amine idi. Amine´nin şeceresi şöyledir: Amine binti Vehb b. Abdu Menaf b. Zühre b. Kilab b. Mürre b. Ka´b b. Lüeyy´dir. Hz. Muhammed (s.a.v.) hem ana ta­rafından, hem de baba tarafından insanların en soylusu, en asili ve en şereflisidir. Şerefi, kıyamet gününe kadar devam edecektir.

Evzaî, Vasile b. Eska´nm şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu İd:

"Allah, İsmail oğullarından Kinanelileri seçip ustun kıldı. Kınanelı-lerden Kureyşlüeri seçip üstün kıldı. Kureyşlüerden de Haşimoğullan-m, Haşimoğullanndan da beni seçip üstün kıldı". Bu hadisi, Müslim ri­vayet etmiştir.

İleride Hz. Peygamber´in doğumundan, konuyla ilgili haber ve eser­lerden bahsedeceğiz. Onun şerefli nesebini anlatırken diğer faydalı şey­lerden söz edeceğiz inşaallah. Her hususta güvencimiz ve dayanağımız yüce Allah´tır.[4]



Câhiliye Döneminde Vuku Bulan Bazı Olaylar


Daha önce belirtildiği gibi Cürhümlülerin, Ka´be´nin yönetimini ye­ğenleri olan İsmail oğullarından alışlarından, Huzaalılann Cürhumlu-lere saldırarak Ka´be´nin yönetimini ellerinden almalanndan, sonra bu görevin Kusayy ile oğullarının ellerine geçmesinden, Hz. Peygamber´in -bisetine (gönderilişine) kadar bu görevin onlarda kalmasından ve onun da bu görevleri onlann ellerinde bırakmasından bahsetmiştik. [5]



Câhilîye Döneminde Şöhret Bulmuş Bazı Kimseler Halid B. Sinan El-Absî


Bu zat, fetret döneminde yaşamıştır. Bazıları, onun peygamber ol­duğunu söylemişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.

Taberanî, İbn Abbas´m şöyle´ dediğini rivayet etmiştir: "Halid b. Si­nan´ın kızı, Hz. Peygamberin yanma geldi. Hz. Peygamber, ona (otur­ması için) elbisesini yaydı ve şöyle dedi:

"Bu, bir peygamber kızıdır. Ne var ki kavmi, onun kıymetini bileme­di."

Ebu Bekr el-Bezzar da İbn Abbas´m şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah (s.a.v.)´m yanında Halid b. Sinan´dan bahsedildiğinde o, şöyle buyurdu:

"O bir peygamberdi. Ne var ki kavmi, onun kıymetini bilemedi." Hanz Ebu Ya´lâ el-Musulî, İbn Abbas´ın şöyle dediğini rivayet etmiş­tir: Halid b. Sinan adında Abesli bir adam vardı, Birgün milletine: "Sizin için ben, kara taşlıklı vadinin ateşini söndürürüm." demişti. Milletin­den biri de ona:"Ey Halid! Vallahi bu güne dek hep doğruyu söyledin. Se­nin, ateşini söndüreceğini söylediğin kara taşlıklı vadi ile işin nedir " di­ye sordu. Halid, aralarında Umare b. Ziyad´m da bulunduğu kavminden birkaç kişi ile birlikte şehirden çıktı. Kara taşlıklı vadiye gelindiğinde, bir dağ yarığından ateş çıkmakta olduğu görüldü. Arkadaşlarını oturta­rak önlerine bir çizgi çizdi ve onu aşmamalarını tenbihleyerek: "Ben gi­diyorum. Eğer gecikirsem sakın ola ki, beni kendi adımla çağırmayası-nız!" dedi. Ateşin alevleri peşpeşe, ardı arkası kesilmeksizin yalabukla-nıyor, doru atın şahlanışı gibi göğe doğru çıkıyordu. Halid, ateşin üzeri­ne doğru gitti, değneğiyle ateşe vurmaya başladı ve şöyle dedi: "Görün­dü, göründü, göründü her hidayet. Çobanın oğlu maksadı anladı. Elbi­sem elimdeyken ben buradan çıkmam." Böyle diyerek o ateşle birlikte dağın yarığının içine girdi. İçeride uzun süre kaldığım, geciktiğini gören arkadaşları telaşlanmaya başladılar. Umare b. Zeyd, onlara; "Vallahi eğer arkadaşınız sağ kalsaydı, şimdiye dek oradan çıkmıştı. Onu adıyla çağırın bakalım." dedi. Onlar, her ne kadar, "Kendi adıyla onu çağırmamızı menetmişti." dedilerse de onu adıyla çağırdılar; o da kesik başını elinde tutarak dağın yarığından dışarı çıktı ve şöyle dedi: "Beni, adımla çağırmamanız gerektiğini size söylememiş miydim Vallahi beni, siz öl­dürdünüz. Beni gömün artık. Aralarında kuyruğu kesilmiş bir merke­bin bulunduğu bir kaç merkep önünüzden geçerse, mezarımı açın. O za­man benim diri olduğumu görürsünüz."

Onu mezara gömdüler. Bir süre sonra, aralarında kesik kuyruklu bir merkebin bulunduğu bir kaç merkep önlerinden geçti. Adamlar, "Mezarını açmamızı istemişti, gelin mezarını açalam." dedilerse de Umare, onlara engel olarak: "Mezarını açmayın. Hayır, Allah´a yemin ederim ki Mudarlılara, kendi ölülerimizin mezarlarım açtığımız dedi­kodusunu yaptırmam." dedi.

Halid, daha önce onlara, kendi karısının boynunda iki levha bulun­duğunu, bir problemle karşılaşacak olurlarsa çözümünü o levhalarda bulabileceklerini, ancak âdet halini görmekte olan bir kadının o levhala­rı dokunmaması gerektiğini söylemişti. Bir meselenin çözümünü bul­mak amacıyla levhaları çıkarıp kendilerine göstermesi için Halid´in ka­rısına gittiler. O da âdet halindeydi. Levhalara dokununca, onlardaki bilgiler silinip gitti[6].

Ebu Yunus, Semmak b. Harb´in şöyle dediğini rivayet etti. Rasûlullah (s.a.v.)´a Halid b. Sinan hakkında sorulduğunda şöyle dedi: "O bir peygamberdi. Ama kavmi, onun değerini takdir edemedi." Yine Ebu Yunus, Semmak b. Harb´in şöyle dediğini rivayet etmiş: Halid b. Si­nan´ın oğlu Peygamber (s.a.v.)´in yanma geldi. Peygamber (s.a.v.), ona: "Merhaba ey kardeşimin oğlu" dedi.

İbn Abbas´a dayanan bu "mevkuf rivayette, Halid b. Sinan´ın pey­gamberliğinden söz edilmemektedir. Peygamber olduğundan bahseden "mürsel" rivayetler ise burada delil olarak kabul edilemezler. Gerçeğe en yakın olan şu ki o, kendine has halleri ve kerametleri olan salih bir in­sanmış. Fetret döneminde yaşamıştır. Sahih-i Buharî´de yer alan bir ha­diste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"İnsanlar içinde Meryem oğlu İsa´ya en yakın olan benim. Çünkü onunla benim aramda peygamber yoktur."

Eğer Hz. Peygamber´den önce İsa´dan sonra fetret adı verilen dönemde yaşamış ise, Halid b. Sinan´ın peygamber olması mümkün ola­maz. Zira yüce Allah buyurmuş ki:

"Ya Muhammed! O (Kur´ân), senden önce peygamber gönderilme­miş olan bir milleti uyarman için sana Rabbinden gelen bir gerçektir."(es-Secde, 3.)

Bir çok âlim de demiş ki: Cenâb-ı Allah, İsmail peygamberden sonra Araplardan sadece Hatemü´l-enbiya Muhammed (s.a.v.)´i peygamber olarak göndermiştir. Certâb-ı Allah´ın yeryüzü halkı için şer´an kıble kıl­dığı Ka´be-i Muazzama´nın banisi İbrahim Haîilullah, ona dua etmiş ve her peygamber, onun son peygamber olarak geleceğini kendi ümmetine müjdelemiştir. Onun geleceğini en son müjdeleyen de Meryem oğlu İsa (a.s.) olmuştur.

Yukarıda anlatılan deliller gözönüne alınırsa, Süheylî ve diğerleri­nin anlatmış oldukları şu konu kabul edilemez. Araplardan Şuayb b. Zi " Mehzem b. Şuayb b. Safvan adlı biri, peygamberlikle görevlendirilmiş, onun büyük dedesi Safvan da Medyen şehrinin valisiymiş.

Araplara ayrıca Hanzale b. Safvan da peygamber olarak gönderil­miş, Araplar bu iki peygamberi yalanlamışlar, bu yüzden Cenâb-ı Allah onlara Buhtü´n-Nasr adlı hükümdarı musallat kılmış. Bu hükümdar, onların bir kısmını öldürmüş, bir kısmını esir almış; İsrail oğullarına yaptığını Araplara da yapmış. Anlattığımız bu hadiseler, Maadd b. Ad­nan zamanında vuku bulmuştur.

Hakikat şu İd, yukarıda adı geçen ve peygamber oldukları bildirilen şahıslar, insanları hayra davet eden iyi kimselermiş. Doğrusunu Allah bilir. Zaten Amr b. Luhayy b. Kam´a b. Hindaf tan, Cürhümlülerden sonra Huzaalıları anlatırken bahsetmiştik. [7]



Cahîlîye Döneminin Meşhur Cömertlerinden Hatem Taî


Hatem´in şeceresi şöyledir: Hatem b. Abdullah b. Sa´d b. Haşrec b. İmru´1-Kays b. Adiyy b. Ahzem b. Ebi Ahzem (Ebu Ahzemin asıl adı He-rume´dir) b. Rebia b. Ceruel b. Sa´l b. Amr b. Gav b. Tay´ Ebu Seffane et-Ta´taî. Ashabtan Adiyy b. Hatem´in babası olup cahiliye devrinde kendi­sinden övgü ile bahsedilen cömert bir kimseydi. Oğlu Adiyy de İslam dö­neminde cömertliğiyle şöhret bulan ve övülen bir kişiydi.

Hatem´in cömertliğiyle ilgili hayret verici menkıbeleri, şaşırtıcı iş­leri ve aklı baştan alıcı haberleri vardır ki onları burada anlatmaya yeri­miz müsait değildir. Ama o, bütün bunları ahirette mükafat kazanmak ve Allah´ın hoşnutluğuna ermek için değil, sadece isim yapmak ve şöh­ret sahibi olmak için yapmıştı.

Hafız Ebu Bekr el-Bezzar, "Müsned´ınde İbn Ömer´in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Peygamber´in yanında Hatem´den söz edilince o şöyle buyurdu:

"O, bir amaca ermek istedi ve erdi de."

İmam Ahmed b. Hanbel, Adiyy b. Hatem´in şöyle dediğini rivayet eder: "Rasûlullah (s.a.v.)´a dedim ki: "Babam, dost ve akrabalarım ziya­ret eder, onlarla ilgilenir, şunu ve şunu yapardı. Bu yaptıklarından ken­disine bir sevap var mıdır " Rasûlullah (s.a.v.) cevaben buyurdu ki:

"Doğrusu senin baban birşey istemişti ve onu daelde etti." Yani şöh­ret sahibi olmak istemişti, o da oldu.

Sahih bir hadiste anlatıldığına göre üç kişi, Cehennem´in çılgın alevli ateşinde yakılacaktır. Bunlardan biri, kendisine "cömert denil­sin" diye malım sarfedendir. O, bunun karşılığını dünyada bulacaktır. Bunlardan ikincisi gösteriş için cihad eden mücahid, üçüncüsü de isim yapmak için ilimle uğraşan bilgindir.

Bir başka sahih hadiste anlatıldığına göre bazıları, Rasûlullah (s.a.v.)´dan Abdullah b. Cüd´an.. b. Mürre´yle ilgili olarak; "O misafir ağırlar, köle azad eder, sadaka verir. Bu yaptığı iyiliklerin kendisine faydası var mıdır " diye sormuşlardı. Rasûlullah (s.a.v.), onlara şu ceva­bı vermişti:

"O zaman içinde bir gün olsun, ´Ey Rabbim! Kıyamet gününde be­nim günahlarımı bağışla.´ dememiştir."

Evet, Abdullah b. Cüd´an da kurak senelerde ve kıtlık zamanlarında muhtaçlara yiyecek veren meşhur cömertlerden biridir.

Beyhakî, Hz. Ali´nin şöyle dediğini rivayet eder: "Hayret ediyorum. İnsanların çoğu gerçekten çok az hayır işliyor. Şaşarım o adama ki, Müs­lüman kardeşi bir ihtiyaç nedeniyle ona gelir, ama o kendini hayır yap­maya ehil görmez. Eğer sevap ummasa ve azaptan korkmasa bile, güzel ahlaka koşsun. Çünkü güzel ahlak, insanı kurtuluş ve başarı yoluna gö­türür." Yanında oturmakta olanlardan biri kalkıp Hz. Ali´ye şöyle dedi: "Anam babam sana feda olsun ey mü´minlerin emiri! Sen bunu Rasûlullah (s.a.v.)´dan mi duydun " Hz. Ali, adamın bu sorusunu şöyle cevapladı: "Evet, hem de daha iyisini duydum. Tayy kabilesinden esir alman kimseler Medine´ye getirildiklerinde, teninin rengi kırmızı ile si­yah arası bir tonda, cildi pürüzsüz, boynu uzun, bacakları tombul, bur­nunun ucu kalkık, alımlı, başı dik, endamı düzgün, baldırları toparlak, topuk kemiklerinin çevresi etle dolu, beli ince, etsiz ve kılıç gibi düz bir cariye gördüm. Görür görmez ona vuruldum. ´Bunu, ganimet payı ola­rak bana vermesini Rasûlullah´tan isteyeceğim.´ dedim. Cariye konu­şunca, edebî bir üslûpla konuştuğu için kendisine daha çok hayran ol­maya başladım. O, Rasûlullah´a şöyle dedi: "Ya Muhammedi Beni ser­best bırakmaya ve Arap kabilelerinin başıma gelene sevinmelerine fır­sat vermemeye ne dersin Çünkü ben, kavmimin beyinin kızıyım. Ba­bam, ırz ve namusu korur, esiri salıverir, açı doyurur, çıplağı giydirir, misafiri ağırlar, yemek verir, herkese selam verirdi. Kendisinden dilek­te bulunanları boş çevirmezdi. Ben, Hatem Taî´nin kızıyım." Rasûlullah (s.a.v.), ona şöyle cevap verdi: "Ey Cariye! Bu anlattıkların, gerçek mü´min kimselerin nitelikleridir. Eğer baban mü´nıin olmuş olsaydı, ona mutlaka rahmet okurduk." Böyle dedikten sonra da görevlilere, ca­riyeyi serbest bırakmaları için emir verdi: "Onu salıverin. Çünkü babası, güzel ahlakı severdi. Allah da güzel ahlakı sever."

Orada hazır bulunan Ebu Berde b. Niyar, kalkıp şöyle dedi: "Ya Rasûlallah! Allah, güzel ahlakı sever." Rasûlullah (s.a.v.) da onun bu sö­züne şu karşılığı verdi:

"Nefsim kudret elinde bulunan Allah´a yemin ederim ki kişi, ancak güzel ahlak sayesinde Cennete girer."

Ebu Bekr b. Ebi´d-Dünya, Hatem´in zevcesi Nevvar´m, Hatem hak­kında şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Hatem´in yaptığı her iş, hayret verici idi. Bir yıl kuraklığa ve kıtlığa maruz kalmıştık. Her şeyimiz yok olmuştu. Gök, yağmur yağdırmıyor; topraklar, susuzluktan çatlayıp ya­rılıyor; anneler, çocuklarım emziremiyor, develer karnı içe göçüp sırt kemikleri açığa çıkıyor, bir damla süt veremiyor, malların içi boşalıyor­du. Çok soğuk bir geceydi. Vakit, gece yarısıydı. Çocuklarımız Abdullah ile Adiyy ve SefEane, açlıktan ağlaşıyorlardı. Onları susturmak için ye­direcek birşey bulamadık. Kocam Hatem, kalkıp oğlanlardan birini ku­cağına aldı. Avutmaya başladı. Ben de kızımız Seffane´yi kucağıma alıp avutmaya başladım. Onları susturup uyutuncaya kadar gecenin üçte veya dörtte biri geçmişti. Sonra diğer oğlumuzu kucağımıza alıp avut­maya başladık. Nihayet o da susup uyumaya başladı. Şam dokuması, püsküllü bir kadifemizi yere serdik. Uyumuş olan çocukları, kadifenin üzerine yatırdık. Ben ve Hatem, aynı odada uyumaya başladık. Çocuk­lar da aramızdalardı. Sonra o, beni avutmaya başladı. Uyumamı istedi. Ne istediğini anladım. Uyuyormuşunı gibi yaptım. "Uyudun mu " diye bana seslendi. Ben cevap vermeyip sustum. "Demek ki uyumuş." dedi. Halbuki ben uyumuş değildim.

Gece kararıp yıldızlar çoğaldığında, sesler kesilip ayak tıkırtıları duyulmaz olunca bir de baktım ki odamın kapısındaki perde aralandı. Kocam, "Kim o " diyerek dışarı çıktı. "Belki de seher vakti geldi veya çok yaklaştı." dedim. Perdenin ucu yine kaldırılınca-, kocam yine: "Kim o "diye sordu. Kapıda duran, cevap verdi: "Komşu falanca kadın.. Ey Adiyy´in babası! Senden başka, bana yardımı dokunacak birini bulama­dım. Açlıktan kurtlar gibi ulumakta olan çocuklarımın yanından geliyo­rum." Kocam, "Çocuklarını hemen bana getir." dedi. Yatağımdan fırlayıp ona şöyle çıkıştım: "Ne yapıyorsun sen Çocukların açlıktan bağrışıyorlardı. Onları avutacak bir yiyecek bulamadın. Bu kadını ve çocuklarını, hangi yiyecekle avutacaksın " Bana: "Sus. Allah´ın izniyle seni de doyuracağıma yemin ediyorum." dedi.

Sonra komşu kadın, çocuklarının ikisini kucağına, dördünü de iki­şer yanma alarak, yavrularıyla dolaşan bir geyik gibi evimize geldi. Ko­cam Hatem, mızrağıyla kendi atının yelesine vurdu, onu kesti. Sonra çakmağı çakıp ateş yaktı. Bıçağı getirip atın derisini yüzdü. Sonra bıça­ğı kadına verip: "Al, ne kadar lazımsa kesip götür, çocuklarını da eve gönder." dedi. O da çocuklarım eve gönderdi. Sonra şöyle dedi: "Sizi gidi yaramazlar sizi! Deveden başka bir hayvanın etini yemez misiniz siz " Daha sonra oba halkını dolaşıp ziyafeti haber verdi. Onlar da koşup evi­ne geldiler. Yemeğe başladılar. Öte yandan Hatem, evin bir köşesinde elbisesine bürünerek yan gelmiş, bizim sofrada yeyişimizi seyrediyor­du. Yemeğe bizden daha çok ihtiyacı olduğu halde o etten bir parça dahi yemedi. Sabah olduğunda, atın sadece kemikleri ve toynuklan kalmış­tı!..»

Dare Kutnî, Hatem´in kansmm Hatem´e şöyle dediğini rivayet eder:

"Ey Seffane´nin babası Ben ve sen, bizden başka kimsenin bulunmadığı bir sofrada başbaşa yemek yemek istiyorum." Hatem bunu kabul etti ve gereğini yapmasını karısına emretti. Bunun üzerine kadın çadırlarını söküp, obadan bir fersah uzaklıktaki bir yere kurdu. Hatem, yemek ya­pılmasını söyledi. Karısı hazırladı. Perdelerini indirip, sofrada oturan Hatem tam yemeğe hazırlanmak üzereyken perdeyi aralayıp başını çadırdan dışarı çıkardı. Sonra da şöyle dedi:

"Tenceremi perde arkasında kaynatma. Yoksa, içinde pişirdiğin haram olur bana. Tencereyi şu yüksek yerde kaynatsana, Yemeği bol olsun, kimseyi aç bırakma."

Böyle dedikten sonra perdeyi kaldırdı. Yemeği sofraya getirdi. Hal­kı sofraya davet etti. Beraberce yeyip içtiler. Karısı, "Bana verdiğin baş­başa yemek yeme sözünü yerine getirmedin." dedi. Hatem, ona şu cevabı verdi: "Ne yapayım Gönlüm, bana itaat etmiyor. Gönlüm övülmeyi çok istiyor. Cömertlik, benim kaderime yazılmış." Böyle dedikten sonra sö­zünü şöyle sürdürmüştü:

"Cimriliği yendim, ona üstün geldim. Benimsedikçe cömertliği, kendi haline bıraktım. Komşu kadın, benden şikayetçi olmasın. Ancak kocası yok iken onu ziyaret etmiyorum. İyiliğim ona ulaşacak, kocası ona dönecek. Perdeleri de üzerine sarkıtılmayacak."

Bir diğer şiirinde Hatem şöyle der:

"Gece uyuyacağım zaman şarabı ben, Doyasıya içerim ama yine de kanmam. Geceleyin komşu gelini,karanlık bastırınca, Avlamak istedim ama gizlenemedim.Komşu gelini rüsvay edip kocasına hıyanet mi edeceğim, Allah´a andolsun ki hayatta olduğum sürece, Ben, bu işi asla yapmayacağım."

Bir başka şiirinde Hatem şöyle demektedir:

"Kapısında varsın perde bulunmasın, Benim komşularıma kimse zarar veremez. Komşu kadın tuvalete çıkacak olduğunda, Perdeleri indirinceye dek, gözlerimi yumarım."

Hatem, bir başka şiirinde de şöyle der:

"Amcam oğluna sövmek, huyum değildir benim. Bana umut bağlayanı, geride bırakan değilim. Suçum olmadığı halde beni kıskananın sözünü işittim. Ona, beni geç de kurtar bu ezadan beni, dedim. Onu ayıpladılar, beni ayıpladıklarını görmedim. Riyakar kimse, beni güleryüzle karşılar. Aradan perde kalktığında benim izimden gelir. Onun kusurunu yakaladım, korumak için. Din ve asaletimi, ondan el çektim."

Hatem´e ait başka bir şiir şöyledir:

"Üşüyen perişan kişiye sor, ey Malik´in anası.

Mezbaha ile ocak arasında bana geldiğinde;

Ona güleryüz göstereyim mi, o benim ilk konuğumdur.

Cimrilik etmeyip, cömert davranayım mı ona "

Bir başka şiirinde şöyle der Hatem:

"Midene ve tenasül uzvuna istediklerini verirsen eğer,

Her ikisi kötülüğün zirvesine ulaşırlar."

Kadı Ebu´l-Ferec el-Muafa, Ebu Ubeyde´nin şöyle dediğini rivayet eder:

"İyi kullandığın az mal, devamlı kalır. Kötü kullanılan çok mal, devamlı kalmaz. Malı muhafaza etmek, onu yok etmekten, Ve ülkede azıksız kalıp ölmekten daha iyidir."

Mütelemmis´e ait bu şiir, Hatem´e okunduğunda o şöyle tepki gös­termişti: "Mütelemmis´e ne olmuş ki böyle söylemiş. Dili kopasıca, in­sanları cimriliğe teşvik etmiş. Öyle diyeceğine böyle deseydi ya:"

"Cömertlik, malı vadesinden önce tüketmez.

Kısmak ta, cimrinin malını artırmaz.

Kısarak mal sahibi olacağını ümid etme.

Çünkü her yarının rızkı yeniden gelecektir.

Görmez misin ki, mal, gelip gidicidir.

Onu sana veren, senden uzak değildir."

Kadı Ebu´l-Ferec dedi ki: Hatem, "Onu sana veren, senden uzak de­ğildir." derken, ne güzel bir söz söylemiştir.Eğer Müslüman olsaydı, ahi-rette iyi bir makama sahib olacağı umulurdu. Nitekim Cenâb-ı Allah, Kur´ân-ı Kerîm-de şöyle buyurmuş:

"Allah´ın lütfundan isteyin." (en-Nîsâ 32.)

"Kullarım, sana Beni sorar (lar) sa; şüphesiz ki Ben, çok yakınım. Bana dua edince Ben, O dua edenin duasına icabet ederim." (ei-Bakara,i86.)

Vaddah b. Mabed et-Taî´den yapılan rivayete göre Hatem Taî, (Hire valisi) Numan b. Münzir´in ziyaretine gitti. Numan, ona iltifat edip ya­kınlık gösterdi, çeşitli ikramlarda bulundu. Memleketine dönerken de, vilayetinin taze ve güzel yiyeceklerine ek olarak iki deve yükü altın ve gümüş verdi. Hatem, yola çıkıp memleketine geldi. Obasına yaklaştı­ğında, Tayy kabilesinin göçebeleri onu karşıhyarak: "Ey Hatem! Sen, hükümdarın yanından geliyorsun. Biz ise yoksul aşiretimizin yanından yoksullukla geliyoruz!" dediler. Hatem, onlara: "Gelin bakalım, yanım­da ne varsa alıp paylaşın!" dedi. Onlar da Numan´ın ona verdiği hediye­leri paylaştılar. O esnada cariyesi Tarife ortaya atılıp: "Allah´tan kork, birazını da kendine alıkoy; bunlar ne bir dirhem, ne de bir dinar, ne bir koyun ne de bir deve bırakmayacak, hepsini alıp götürecekler!" dedi. Ca­riyesinin bu endişesini yersiz bulan Hatem şöyle dedi:

"Tarife, ´dirhemlerimiz kalmaz´ diyor. Bizde ne ahmaklık ne de gafillik var. Elde ye avuçtaki bitse de Allah bize verir.. Başkasına da, rızkı veren biz değiliz. Bizim hırkamız, dirheme alışık değildir. Dirhem bizim cebe girer, sonra hemen çıkar. Bir gün dirhemlerimiz şayet yığılacak olursa. Hayır yollarına hemen sarfedilirler."

Ebu Bekr b. îyaş dedi ki: Bir gün Hatem´e: "Araplar arasında senden daha cömert biri var mı " diye sorulduğunda, "Arapların hepsi, benden daha cömerttir." diye cevap verdi, sonra da sözünü şöyle sürdürdü: "Bir gece, öksüz bir Arap delikanlısına misafir oldum. Yüz tane koyunu vardı. Hemen koyunlardan birini kesip pişirdi, sofraya koydu ve bana, buyur dedi. Koyunun beynini bana takdim edince ben, "Beyin ne hoş­muş!" dedim. Bu sözüm üzerine gidip diğer koyunlardan kesmeye ve be­yinlerini çıkarıp bana getirmeye başladı. "Artık yeter." dedim. Sabah ol­duğunda, bütün koyunlarının kesilmiş olduğunu, geriye onlardan hiç birşey kalmadığım gördüm."

Hatem´e: "Peki sen, o adama ne yaptın!" diye sorulunca şöyle dedi: "Ona karşı her ne yaparsam yapayım şükrünün altından kalkamazdım. Ama yine de ona develerimin seçkinlerinden yüz tanesini verdim."

"Mekarimü´l-Ahlak" adlı kitapta Muhammed b. Cafer el-Haraitî şöyle der: Abbas b. Fazl el-Rebiî, Tayy kabilesinin yaşlılarının şöyle de­diklerini rivayet etmiştir: Hatem Taî´nin annesi Antere´nin, çok cömert­liğinden dolayı elinde hiç birşey kalmadı. Eline geçen her şeyi başkaları­na verirdi. Kardeşleri, böyle yapmamasını söylerlerse de o, onlara aldı­rış etmezdi. Varlıklı bir kadındı. Bu huyundan vazgeçeceği umuduyla onu bir yıl süreyle bir eve kapattılar. Bu süre zarfında yemeklerini hazırlayıp kendisine götürdüler. Bir yıl sonra çıkardıklarında artık o huyundan vazgeçmiş olduğunu sandılar ve malından kendisine bir sürü deve vererek: «Bunlarla geçimini temin et." dediler. Bir gün Hevazinli bir kadın, yanma geldi. Daha önce ona hizmet etmiş olan bu kadın, on­dan biraz yardım istedi. Antere de o deve sürüsünü kadına vererek şöyle dedi: "Şu deve sürüsünü al da götür. Allah´a andolsun ki açlıktan çok çektim. Bu yüzden,de hiçbir dilenciyi boş çevirmeyeceğime Allah´a ye­min etmişim." Böyle dedikten sonra şöyle bir şiir terennüm etmeye baş­ladı:

"Ömrüme yemin olsun ki eski zamanda beni,

Açlık ısırdı, kimseyi aç bırakmamaya yemin ettim.

Beni kınayanlara ´Biraz ölçülü olun´ deyin.

Eğer siz cömertlik yapamıyorsanız, parmağınızı ısınn.

Kız kardeşinizi cömertlikten menetmektense,

Kendinizi ve onu cömertlikten alıkoyanı kmasaydınız ya!

Cömertliği bugün siz bir tabiat olarak görüyorsunuz.

Ey annemin çocukları! Kişi, tabiatını bırakabilir mi "

Heysem b. Adiyy dedi ki: Hatem´in cömertlik uğruna kendi nefsini feda ettiğini gördüm. O, bana: "Ey oğul! Kendimi üç huya alıştırdım." di­yerek onları şöyle sıraladı.

- Allah´a andolsun ki, komşu kadınları baştan çıkarmadım.

- Bana verilen emaneti, sahibine mutlaka teslim ettim.

- Hiç kimse de benden kötülük görmüş değildir.

Ebu Bekr el-Haraitî, Ebu Hüreyre´nin azatlısı Muharrerin şöyle de­diğini rivayet eder: Abdü´1-Kays kabilesinden bir grup yolcu, Hatem Taî´nin mezarının yanma gelip mola verdiler. Aralarında Ebu´I-Hayberî diye biri vardı. Kalkıp, Hatem´in mezarına ayağıyla vurmaya başlaya­rak: "Ey Eba Ca´d! Kalk ta bizi ağırla!" dedi. Arkadaşlarından biri: "Çü-rüyüp toprak olmuş bir cesede mi sesleniyorsun " deyip şaşkınlığım ifa­de etti. Karanlık bastırınca uyumaya başladılar. Mezarı tekmeleyerek Hatem´e, kendilerini ağırlamaları için seslenen adam, bir ara uykudan bağırıp çağırarak, korkmuş vaziyette uyanıp şöyle dedi: Arkadaşlar, bi­neklerinize sahip olun. Çünkü rüyada Hatem´in bana gelip şu şiirini okuduğunu gördüm. Aklımda kaldığına göre şiir şöyleydi:

"Ey Eba Hayberî! Sen öyle birisin ki, Akrabaların zalim ve sövüşkendir. Arkadaşlarınla birlikte gelip istedin ki, Seni sahibi ölü bir çukur yanında ağırlayalım. Çevrende, Tayy kabilesi ve davarları varken, Geceleyin beni günaha mı sokmak istedin Biz misafirlerimizi doyururuz. Binekler gelir, onları dahi seçip keseriz."

Bir de ne görsünler. Gündüz Hatem´in mezarını tekmeleyenin deve­si, üç ayak üzerine geliyor. Kalkıp onu kestiler; etini pişirip yediler. "Al­lah´a andolsun ki Hatem, diri iken de ölü iken de bize ziyafet verdi." dedi­ler. Sabahleyin yola koyulduklarında, devesini kesip yedikleri arkadaş­larını yedeklerine aldılar ve hareket ettiler. Az sonra gördüler ki bir adam bir deveye binmiş, ikinci bir deveyi de yedeğine alarak kendilerine doğru geliyor. Yanlarına geldiğinde: "Ebu´l Hayberî hanginiz " diye sor­du. Ebu´I-Hayberî de: "Benim!" diye cevap verince o adam şöyle dedi: "Bu gece rüyada Hatem bana gelerek, sana ve arkadaşlarına senin deveni kestirerek ziyafet vermek ve seni de yaya bırakmayıp bir deveye bindirt-mek istediğini söyledi. İşte, yedeğimdeki şu deveyi al." Ebu´l-Hayberi de o adamın getirdiği yedekteki deveyi aldı. [8]



Abdullah B. Cüd´an


Şeceresi şöyledir: Abdullah b. Cüd´an b. Amr b. Ka´b b. Sa´d b. Teym b. Mürre. Abdullah b. Cüd´an, Teym kabilesinin reisi ve Hz. Ebu Bekr´in babasının amcazadesidir. Cahiliye döneminde isim yapmış, herkese ik­ramda bulunmuş meşhur cömertlerden biridir. Kıtlık zamanlarında in­sanlara yiyecek dağıtırmış. Önceleri çok yoksul ve miskin, bir o kadar da kötü ve şirretmiş. Çok ta suç işlermiş. O kadar ki kavmi, aşireti, ailesi ve babası bile onun bu haline kızarlarmış.

Günlerden bir gün işsiz, güçsüz ve şaşkın vaziyette Mekke sokakla­rında dolaşırken, dağın bir tarafında bir mağara görmüş. Oradan kendi­sine bir zarar gelebileceğini düşünmüş. Oraya girip ölmek ve içinde bulunduğu serserice hayattan kurtulmak için mağaraya yönelmiş. Mağa­ranın yanına varınca, oradan bir ejderha çıkıp Abdullah´ın üzerine atıl­mış; Abdullah sağa sola geriye kaçmak istemişse de bunu becerememiş. Ejderha, yakınma gelince onun gövdesinin altından, gözlerinin de ya­kuttan olduğunu görmüş. Onu kırıp almış. Sonra da mağaraya girmiş, orada Cürhümlü emirlerin mezarlarını, bu cümleden olarak uzun za­mandan beri kayıp olan ve nereye gittiği bilinmeyen Cürhüm Emiri Ha­ris b. Mudad´m mezarını bulmuş. Mezarların baş kısmında vefat tarih­lerinin ve ne kadar süreyle emirlik yaptıklarının yazılı olduğu altından levhalar varmış. Ayrıca oralarda çok miktarda altın, gümüş, inci ve di­ğer mücevherler de varmış. Kendini yetecek kadarını alıp mağaradan çıkmış ve onun yerini ve kapısını iyice belleyip hafızasına nakşetmiştir. Daha sonra kavmine giderek, kendisini sevip memnun olacakları mik­tarda onlara mücevher, altın, gümüş ve inci vermiş. Halka yemek ziya­feti çekmiş, Elindeki altınlar azaldıkça o mağaraya gider, yeterince al­tın alıp dönermiş...

Bu kıssayı anlatanlardan biri de Abdülmelik b. Hişam´dır. "et-Tican li Marifeti Mülûki´z-Zaman" adlı kitapta bu kıssayı anlatmaktadır.

Ahmed b. Ammar da "Reyyü´l- Atiş ve Unsu´l-Vahiş" adlı kitapta bu kıssayı anlatmaktadır.

Anlatıldığına göre Abdullah b. Cüd´an´m o kadar yüksek ve büyük bir yemek kabı varmış ki, süvari olan bir kişi, atından inmeden elini uzatıp o kaptan yemek yiyebiliyormuş. Buna karşılık küçük bir çocuk içine düşünce boğulurmuş!.. İbn Kutebye ile diğerlerinin anlattıklarına gire Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Abdullah b. Cüd´an´m kabı o kadar büyük ve yüksekti ki, öğle vakti onun duldasında (gölgesinde) gölgelenirdim!"

Ebu Cehilın öldürülmesi esnasında Rasûlullah (s.a.v.) ashabına şu buyruğu vermişti: "Ölüler arasında onun cesedini arayın. Dizindeki bir yara ile onu tanıyabilirsiniz. (Bir zamanlar) Abdullah b. Cüd´an´m ye­mek kabı üzerinde onunla kavga etmiş, onu itmiştim. O da düşmüş, dizi parçalanmıştı. O yaranın izi, hala dizi üzerindedir." Ashab, ölüler ara­sında Ebu Cehü´in cesedini bulduklarında bakmışlar ve o yara izini di­zinde görmüşlerdi.

Anlatıldığına göre o, halka hurma ve kavrulmuş un (sevik) yedirir, süt içirirmiş. Bu yemek çeşidini vermeye, Ümeyye b. Ebi´s-Salt´ın şu sö­zünü duyuncaya kadar devam etmiş:

"Cömertleri ve cömertliklerini gördüm, Deyyan oğulları, cömertlerin en üstünüdür. Onlar, Cüd´an oğulları gibi bizi avutmazlar. Onu balla karıştırarak bize yedirirler."

Ümeyye´nin bu sözünü işitince, Şam´dan yağ, bal ve buğday getir­meleri için 2000 deve yola çıkardı. Bu malzemeler getirildikten sonra her gece Ka´be´nin damına tellal çıkartıp; "İbn Cüd´an´m büyük so