- Allah Mahlûkatı Niçin Yarattı Diye Sormak Doğru mu

Adsense kodları


Allah Mahlûkatı Niçin Yarattı Diye Sormak Doğru mu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sun 10 July 2011, 02:24 pm GMT +0200
İnsanların, Allah'ın, Mahlûkatı, Niçin Yarattı? Sorusunu Sorana Verilen Cevap Hakkındaki İhtilâfı


Hamd-ü sena ol Allah'a mahsustur ki bizde bulunan en büyük ve de­ğerli, bitmez-tükenmez nimetlere karşı yapılan sonsuz hamd ve şükür­lere müstahaktır. Bizi en doğru yollara yöneltmesini, o yollarda muvaf­fak kılmasını kendisinden niyaz ederiz.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : İnsanlar, birinin şu sorusuna verilecek cevap hakkında ihtilâf ettiler : «Allah, mahlûkatı niçin yarattı?»

insanlardan bir grubu şöyle diyor : Bu soru batıl ve fasittir. Böyle bir soru sorulmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ, Hakimdir. Her yarattığını bir hikmete binâen yaratır. Devamlı olarak Âlimdir, her şeyi bilir; Ganî'dir, kimseye muhtaç değildir, bütün mahlûkat O'na muhtaçtır. O'nun fiilinin, hikmetinin dışında bulunmasına imkân ve ihtimal verilmez. Çünkü böyle olmamış olsaydı hikmetsiz olan fiilin meydana çıkması, hikmetin bilinmemesinden ileri gelirdi. Veyahut hikmetin yolu korunmuş olsaydı fay­danın yok olmasından korkardı. Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri Âlim olup kendisine asla ve kata cehalet arız olmayınca ve müstağni olup gidermesiyle faydalandığı bir ihtiyaç kendisinde bulunmayınca onun fiili­nin hikmet haricinde bulunması batıldır.

«Niçin?» sorusunda hiç bir hikmet yoktur. Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ'yı kendi fiilinin bir eğlenceden ibaret olduğunun anlaşılmasını nef-yederek şöyle buyurmuştur : «Biz, gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri boş bir eğlence için yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık öyle yapardık. Hayır, biz, hakkı, batılın tepesine atarız da, o, onu parçalar. Bir de bakarsın, o anda mahvolmuştur. Allah'a isnad ettiğiniz vasıflardan ötürü size yazık­lar olsun. Göklerde ve yerde olan bütün varlıklar, Allah'ındır, O'nun ka-tindakiler (melekler), kendisine ibadet etmekten ne çekinirler, ne de yo­rulurlar. Gece - gündüz, hep Allah'ı teşbih ederler, usanmazlar. Yoksa, kâfirler bir takım ilâhlar edindiler de yerden ölüleri onlar mı diriltecek­ler? Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı ikisi de muhakkak fesada uğrardı; yok olurdu. O halde Arş'ııı Rabb'i olan Allah onların vasfetmekte oldukları şeyden beri ve yücedir. Allah, yaptığından sorum­lu olmaz; kullar ise sorumlu olurlar.»'[343] Elhak yazıklar olsun ol kimse­ye ki, Allah'ın bir şeye muhtaç olduğunu veyahut Allah'ın fiilinde bir hikmet bulunmayıp yararsız olduğunu sanmıştır.

Mu'tezile mezhebinden bir zümre ise, şöyle der : Allah daha iyi olanı gördü ve öylece yaptı. O'nun fiilinden daha iyi olanı sorulmaz.

Allame Ebu Mansur (r.h.) der ki: Bu söz, daha iyi olanı ile hikmetin murad edilmesinden hâli Çalmaz. Eğer hikmet murad edilmişse bu ilkidir. Eğer bu sözden kendisinden başka bir manâ murad edildi ise daha iyiyi bilme hakkında ortaya atılan söz niçin söylendi, diye denilen söz gibidir. Yani ikisi de eşdeğerdedir. Bununla beraber fiil hakkında Allah'ın daha iyi yapmasının şart olduğu, nereden, nasıl vacip olur, diye sorulur. Oysaki bu gibi sözden haya duymakta, insanlar içinde onlar daha lâyıktır. Çün­kü hiç bir şey yoktur ki, daha iyi olan için şart kılınsın da onun aynısı­nın bir şeyin fesada uğraması için şart kılınması daha mümkün olmasın.

Bu ise daha büyük bir fesada uğramadır. Bir şeyin hikmet olup sonra onun hikmetsiz ve yararsız olması caiz değildir. Çünkü daha iyi olmanın teVili başkası için daha iyi olmaktır. Bu ise onların katında fesada uğra­ma olur. Hikmetin te'vili ise yapılanda isabettir. Bu da her şeyi kendi yerine koymak, ve her şeyi yerli yerinde yapmaktır, ki, bu adaletin ma­nasıdır. Allah-u Teâlâ'nın fiili bunun dışına çıkmaz. Ve sonra şöyle di­yor : Gerçekten Allah-u Teâlâ, bizatihi yaratıcıdır. Çünkü «Halik» ismi öğme ve büyüklük ifade eden bir isimdir. Allah-u Teâlâ'nm kendisinden gayri ile buna müstahak olması mümkün değildir. Çünkü bunda kendisine yararı icabettiren husus vardır. Kim ki fiilinin vasfı bu olursa o kimse muhtaçtır. Ve Allah-u Teâlâ'nın bizatihi yaratıcı olması sabit olunca mu­hakkak yaratıcı olmaması caiz olmaz. Bu soruya cevap vermek mümkün değildir. Tıpkı Allah, «niçin âlimdir, niçin kadirdir?» sorusuna cevap vermek mümkün olmadığı gibi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bir grup insanlar ise şöyle der : Allah-u Teâlâ, Kerîm, çok cömert olunca kendisine cömertlik izafe etmekle vasfolunması lâzım geilr. Bunun için muhakkak bir şey yaratmak gerekir ki, bu yaratması ile yaratüan'a çok nimetler versin, cömertliğinin eseri onun üzerinde bol bol görünsün ki, kendisi buna kadirdir. Kudret, elbetteki bir fiilin zayi olmasını gerçek-leştirmez. Yaratmak da böyledir. Tevfik Allah'tandır.

Başka bir grup insan da şöyle diyor : Soru sormak mümkün değildir. Çünkü soru sormak, yaratılan için bir illetin geçmesini icabettirir. îlîet ise ya yaratılmış olur ki, ondan sormak mahlûkatm tümünden sormanın aynısıdır. Veyahut ta illet, yaratılmış olmaz. O zaman ezel de ilansız kal­mış olur. Hatta açıklaması geçtiği gibi yaratma fiilinin bizatihi kendisi yarattığı ifade edilir. Tevfik edici Allah'tır.

Bir grup da şöyle diyor : Mahlûkatm yaratılışından sormak şu mâ­nalardan öteye geçmez. Ya şöyle sormamız gerekir; Allah-u Teâlâ, baş­kasını yaratmadı da niçin bu âlemi yarattı? Kendisi hakkında bu soruyu sormak, bunun hakkında soru sormaktan ibarettir. Allah-u Teâlâ bulun­duğu zamandan önce olması için niçin mahlûkatı yaratmadı? demek de böyledir. Oysa ki yaratmak vaktinin gayrinde vukubulmamıştır. Bilâkis o, var olduğu vakitte olmasını ifade eden var olmayı haber vermekten ibarettir.

Veyahut bu âlemin hakikatinden sorulur; ve suali de kendisinden olur. Güya o, sorup şöyle der : Ben niçin soruyorum? Niçin ben sormayı düşünebildim? Niçin ben akılsız değilim? Bunların hepsi fasit ve batıl sözlerdir. Çünkü o, kendisinden suali men ediyor. Tevfik Allah'tandır.

Bazı insanlar da âlemin yaratılışının sebebi hakkında şöyle der : Al-lah-u Teâlâ, âlemi illetlere binaen yaratmıştır ki, âlem, o illetlerden, o illetlerin içinde ve o illetlerden sonra olan şeyde olur. Bu da bütün feyle­soflardan makul olarak işitilen sözdür ki, onlar, âlem maksatlara binâen yaratıldı ki, yaratan onu takip eder. Yapmış olduğu işi niçin yaptığını[344] o işin hikmete binâen yapılmadığını'[345] bilmiyerek yapmış olduğu işin akı­betlerini bilmiyen her fail böyledir. Sonra âlemin yaratılmış olduğu manâ hakkında da ihtilâf olundu. Bası kimse göyle der : Âlemin hepsi[346] âlemde imtihan olunmak için yaratılmıştır. Çünkü hikmet kendilerinde zahir olur. Ve yine böylece kendilerinde yücelik, sultanlık, yükseklik, celâl za­hir olur. Kendileriyle hikmet ve hikmetsizlikten ibaret olan sefeh zahir olur. Yaratmaktan maksud olan da onların kendileridir. Mahlûkattan başkaları kendileri için ve onların menfaati onlarla imtihan olunmaları ve Allah'ın varlığına delâlet etmeleri için yaratıldılar; ve kendilerine mu-sahhar kılındılar. İmtihan olunanlar ise, Allah'a ibadet için[347] yaratılmış­lardır. Veyahut kendi menfaatleri için yaratılmışlardır ki, Övünülecek ve zem olunacak hususların sonuçlarını elde etmek için çaba harcarlar. Bun­ların hepsi kendilerinde vaki olur. Onları yaratanın her iki vecihten de yüce ve berî olması zarurîdir. Çünkü mahlûkat, muhtaç olarak yaratıl­mıştır. Kendilerinde ihtiyaçlarını bildiren ve onun giderilmesinde yapacak oldukları şeyi Öğreten husus, kendilerinde var edilmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bazıları da şöyle diyor : Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatı illet için yaratmadı. Çünkü her şeyin ötesinde illet olacak bir şey yoktur. Bazı mahlûkat ise illet için yarattı. Bu tıpkı bütün mahlûkatı bir mekânda yaratmadığı gibidir. Çünkü mekân mefhumu bütün mahlukatm hepsin­de vardır. Allah-u Teâlâ, mahlukatm bazısını da bazısının yararına ya­ratmıştır, îşte meydana gelmeler, sonra ceza ve mükâfat ve mihnet, mu­sibet, bunun üzerine carî olur.Bu suâlin cevabında Hüseyin'[348] şöyle der : Allah-u Teâlâ, mahlûkatı sebeblere binâen yaratmıştır ki, o sebebler, alâmet ve delil olmakta, son­ra ibret ve öğüt, sonra nimet ve rahmet, sonra besin ve kuvvet ve ha­cetlerin giderilmesinde rol oynayan varlıklar halinde çoğalmıştır. Sonra mahlûkattan bazısını, biri için nimet ve rahmet olarak yarattığı halde diğeri için de belâ ve musibet olarak yaratmıştır. Sonra devamla şöyle dedi : Eğer Allah-u Teâlâ, mahlûkatı başlangıçta maslahatlar ve yarar­lar için yaratıp da başka bir şey için yaratmamış olsaydı bir şeyin takdim edilmesi ve aynı şeyin ertelenmesi caiz olmazdı. Ve yine bir şeyin mükel­lef olarak yaratılandan önce yaratılmazdı. Bir emrin bir halden diğer bir hale dönüşmediği gibi fazlalık ve noksanlık da kendisinde bulunmazdı. Allah-u Teâlâ, mahlûkattan zihinlerin ve fikirlerin onları anlamak bakı­mından kendilerini kuşatmıyan ve mahlukatm yardımından gizlenen şeyi yaratınca, yaratma işinin bu adı geçen hususlar gibi olmadığı sabit olur. Fakat Allah-u Teâlâ, mahlûkatı hikmetine binâen yaratmış ve herşeyi yerli yerine koymuş, bütün işleri fayda ve zarar, zarar ve fayda yönle­rine sarfederek yaratmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu bölümün hülâsası şudur ki, onların sözüne göre yaratma için fiilen gayri olmayınca onun fiilinden hiç bir şey üstün görülmüş olmaz. Çünkü o, her fiili ile zulüm sıfatını baki bırakmıştır. Yapacak olduğu şey için de kendisi muhtar olmazdı. Zira eğer kendisinde bunun gayri bulunmuş olsaydı müfsit olurdu. Başkasın­da düzeltme ve doğrultmayı yerine getirmekten aciz kalırdı. Bu ise, zem sıfatının son noktasından ibarettir. Tevfik Allah'tandır.

Eğer onun fiilinden gayrisini yapması caiz olmamış olsaydı; kendi fiili ile kendisi yararlanmış olurdu. Ve böylece o fiili ile övülmesi ve onun üzerine sena olunması için o fiile muhtaç olurdu. Çünkü hamd ü senaya, ancak başkası ile müstahak olan kimse, kendisine senanın vuku bulması ve onunla yararlanmasına muhtaç olurdu. Zira onların söyledikleri söz­lerden bazısı da şöyledir : Gerçekten onun fiili kendisinin dışındadır. Ve onu o terkedemez. Onun fiili, kendi fiilinin gayri de değildir. Çünkü baş­kası onun derecesini siler ve alçaltır.

Öyle ise işlediği şey ile yararlı olanın meydana geldiği anlaşılır ki, o da onların nezdinde kendisinin gayridir. Bu ise akıllıların örfünde muh­taçlığın bir sıfatıdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Hüseyin'in zikrettiği hususlardan kâfi derecede takdim olun­makla beraber emir, nehiy, terğib ve terhip hakkındaki söz, şöyle açık­lanıyor : Gerçekten Allah-u Teâlâ, mahlûkatı terbiye ile uslanmış zelil olmuş halde, yararlı ve zararlı olanları bilici olarak, delilden gördüğü ile görmediğine delil getirir bir halde yaratmıştır. Öyle ise Allah-u Teâlâ' nın bilmeyi farz kılmaması[349] cehaleti mahlûka vermemesi .caiz olmaz. Çünkü böyle olmuş olsaydı her kötünün ve yalanın mubah olması gere­kirdi. Bununla beraber yaratmış olduğu her mahlûkun, yaratılışında bir nimet vardır, nimet için de şükretmek aklen lâzımdır.

Sonra vaad ve vaîd terğib olarak Allah'a ta'zim için ve Allah'ı kü­çümsemekten kaçınmak içindir. Sonra Allah, nıahlûkata, özellikle insana çeşitli nimetlerini verip insanı en üstün vasıflarla mükerrem kılınca Al­lah'ın bu nimetlerine şükretmesine karşılık Allah ona sonsuz sevap ve mükâfat verir. Küfür de isyanın son zirvesi olduğu için ona karşı verile­cek ceza da böylece sonsuz olur. Ve yine imân, sonu olmayan ve bitişi bilinmeyen bir şeyi tasdik etmektir. Küfür de sonu olmayan ve bitişi bu­lunmayan şeyi yalanlamaktır. Her ikisinin cezası da buna göre olur, Yani imânın karşılığı verilecek sevapla mükâfatın sonu ve bitişi olma­dığı gibi küfre karşı verilecek cesa ve azabın da sonu ve bitişi olmaz. Bu­nun içindir ki, küfürden başka olan günahın bağışlanması caizdir. Çünkü küfürden başka olan günah, sonu bulunmayan şeyin inkâr edilmesi de­ğildir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bize göre, emrin ve nehyin delili, em­reden ve nehyedeni bilmektir. Çünkü Allah-u Teâlâ, hayvanlar arasın­dan beşere bu hususu bilmesini has kıldı ki, bunu ihmal etmeleri asla doğru değildir. Tıpkı kendisinde yarar bulunan bir şeyin ihmal edilmesi doğru olmadığı gibi. Her güzel olan şey, aklen güzel ve her çirkin olan da aklen çirkindir. Sonra fiilde çirkini işlemek çirkin olur, güzel iş de gü­zel bir fiil olur. Bunun için kendisinde emir ve nehiy olan[350] yerde emrin ve nehyin bulunması lâzım gelir. Çünkü gerçekten Cenabı Allah, kendi hikmetine, vahdaniyetine delâlet etmesi için mahlûkatı yarattı. Mahlûkatını bu hususları bilmekten hâli bırakması caiz olmaz. Böyle olsaydı mahlûkatı yaratması abes olurdu ve külfetin kaldırılmasında da mahlû-katm zevali olurdu. Çünkü mahlûkatm zevalinde yok olma meydana ge­lir. Her kim ki bir şeyi, her hangi bir maksad için değil, sırf yaptığını yıkmak için bina ederse o kimse abesle iştigal etmiş ve hikmetsiz bir iş yapmış olur. Sonra vaad ve vaîd, terğib ve terhib içindir. Çünkü böyle olmamış olsaydı, ibadetten yararlanma, isyandan da zarar görme mey­dana gelmezdi. Ve kendi fiilleri hakkında yaratılan için menfaat olmazdı. İbadet yapan için yararlanma, isyankâr olan için de zarar olmadığı va­kit emir ve nehyin manaları yok olup giderdi. Çünkü bu emredenin yara­rına değildir.

Bunun içindir ki, hikmet için vaad ve vaîd gerekmektedir. Bununla beraber emir ve nehiyde nefisle mücadele ve mücahede etmek ve onu ta-biatin istemediği ve nefsin istemeyip uzaklaştığı şeye sevketmektir. Mü­kellef olan buna galip gelmeyi ve onu dilediği şeye emrolunduğu hususa-götürmek için yol olarak ancak vaadi ve vaîdi getirmeyi bulur. Hatta bu­nu gördüğü vakitte lezzetli olunan şeyleri terketmek kendisine kolay ge­lir ve büyük külfetleri yüklenmeye de güçlü kesilir.

Sonra beşer, Öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, kendisine sonuçlarında bir menfaat gözetilmeyen veyahut sonuçlarmdaki zarardan korunmayan şeyi işlemek kendisine çirkin gelir. Öyle ise amelleri için bunu yerine ge­tirmesi elbette lâzımdır[351]. Bu da vaad ile vaîdin gerçekleşmesidir. Eğer bu olmamış olsaydı, dost ve düşman tarafından gelecek olan işlerin sonuç­ları eşdeğerde olurdu. Ve muhtar olma, mecbur olma bakımından her iki­sinin birbiriyle çelişkili bir halde bulunmaları, sonuçlarının birbiriyle uyum sağlamamalarını vacip de kılar. Tevfik Allah'tandır.

Bizim, yapılan ibadetlere karşı verilen sevap ve mükâfatın hepsinin Allah'ın kullarına karşı olan lûtfu ihsanı olduğunu söylememiz mümkün­dür. Çünkü Allah-u Teâlâ'nm kullarına vermiş olduğu nimetlerin karşılığı öyle şükre lâyık ve müstahak oluyor ki, bunu insan oğlunun hayatı bo­yunca ödemesinin imkân ve ihtimali yoktur. Öyle ise sevap ve mükâfat, Allah'ın lütuf ve ihsanı olur. Sonra Allah-u Teâlâ'nm yapılan amellere karşı kat kat sevap vermesi de böylece Allah-u Teâlâ'nm lûtfu ve ihsa­nıdır. Nitekim Aîlah-u Teâlâ, bu hususda şöyle buyuruyor : «Kim bir ha­yırlı ve güzel amelle gelirse, ona, on misli sevap verilir. Kim de bir günah ile gelirse, ona ancak bir misli ile (günahı kadarla) ceza edilir. On­lar, haksızlığa uğratılmazlar.»[352] Allah-u Teâlâ, âyet-i kerîme'de günaha karşı cezadan hikmetin icabettirdiği şeyi, sevaba da kat kat vermekte de Allah'ın fazl u kereminin muhtemel olduğu şeyi zikretti. Çünkü bu, işin aslı ve esasıdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bu husus, emir ve nehyin gerektirdiği şeyden aklımızın yettiği ka­darca bir beyandır. Bununla beraber peygamberlerin, Allah'dan emir ve nehiy ile gelmelerinde kâfi derecede delil vardır ki, her ikisinde de büyük hikmet bulunduğunu söylemek gerektir. Bizim aklımız bu hususları bil­meye kâfi değildir. Bununla beraber aklın kullanılması terkedildiği va­kitte diğer azalar gibi kendi sebebi olan menfaatlerin durması muhtemel değildir. Akıl da bunun gibidir. Yani, diğer azalarda zikrettiğim husus­lar gerekmektedir ki, o da fiilin hakkı ve işaretidir. Kuvvet ancak Allah'­tandır. [353]


 
[343] EI-Enbiyâ, âyet 16. EI-Enbiyâ, âyet 16, 17, 18, 19, 20, 21, 22, 23

[344] Kitabın aslında  «limâzâ»   kelimesi   «limâzî*   olarak  yazılmıştır

[345] Kitabın aslında  «hakîmun»  kelimesi  «halimim»  olarak yazılmıştır.

[346] Kitabın aslında «cüİle»  kelimesi noktasız  «ha» ile yazılmıştır.

[347] Çünkü Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor :  »Ben, insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.» Ez-Zâriyât, âyet 56.

[348] 0, 230 H. / 844 M. yıllan dolaylarında vefat eden Hüseyin bin Muhammed En-Nec-car'dır. Ve o, bir büyük fırkanın reisi idi ki, o fırkadan başka fırkalar meydana gelmiştir. Kendi başına bir usul takip etmiştir- Bir usulde ehl-i sünnete muvafakat etmiş, diğer bir usulde de mu'tezile mezhebine uygun olarak hareket etmiştir. Kendi taraftarları, usulde kendisine muhalefet etmiştir. Bak: «El-Fark-u Beyne'l - Firak., s. 126, 127.

[349] Kitabın aslında  .yefrudu»  kelimesi noktasızdır

[350] Kitabın aslında  «kâne»  kelimesi  «limekâni»   olarak yazılmıştır

[351] Kitabın aslında  «felâ budde.  kelimesi «budde.  olarak yazılmıştır.

[352] El-En'âm, âyet 160.

[353] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 197-204.