meryem
Sun 20 February 2011, 05:39 pm GMT +0200
Allah, Alîm ve Hakimdir
“İlim” kelimesi, müştaklarıyla birlikte, Kur'anda en çok geçen lafızlardan biridir. Bundan dolayı, çeşitli kalıblarla ifade edilen Allah'ın ilmi de, hayat, semi, basar gibi diğer birçok sıfatlarından daha canlı ve müşahhas bir şekilde ortaya konmuştur.[428], [429] Sözlük yönünden ilim, birşeyi hakikatıyla bilmektir.[430] İsm-i fail olan “âlim”, ilim sahibi olan demektir. Bu kelime Allah'ın vasfı olunca, kendisine gizli hiçbirşey bulunmayan[431] manasına gelir. Allah'ın bu vasfı, Kur'an'da, bazan, bilen manasına “âlim”, bazan mübalağayla bilen “alim”, bazan daha iyi bilen manasına “a'lem”, bazan mutlak bilici manasına “alâm” şeklinde gelmiştir.
Allah'ın ilmi kadîmdir. O, zatı ve sıfatıyla daima alimdir. Mahlukâtıyla ilgili ilmi değişmez. Ezelî ilmiyle, herşeyi olduğu ve olacağı gibi bilir. Zira, biz, güneş doğacağı zaman bir kişinin geleceğini biliyorsak, bu bilgimiz gün doğuşuna kadar devam eder, yerini başka bir bilgi almaz. Bunun gibi, Allah'ın ezeldeki ilminde de değişiklik olmaz.[432] Bunun aksi zaten uluhiyyete yakışmaz. İlimde değişiklik, bir başka ifadeyle, bilinenlerle vakıaların biribirlerine uymaması ilim değil cehalettir. Mutezileden Zamahşerî'nın “İlm-i ilahî var olanı da, henüz var olmamış olanı da ancak var olduğu zaman ihata ettiği” iddiası[433] fasit bir iddiadır.[434] Bir başka Mutezilî Kadı Abdulcebbâr: “Tevhid uleması gibi, Allah, olmuşu olacağı bilir, demek caizdir.” Demiştir.[435] Ehl-i Sünnet kelamcıları, Allah'ın ilmini nakli deliler yanında, aklî delillerle de isbat etmişlerdir: Allah'ın işleri sağlam ve muhkem olduğuna göre âlimdir. Ancak işleri muhkem yapanlar ilim sahibi olanlardır.[436]
Farabî ve İbn Sina gibi islâm filozofları, Allah'ın ilminin kullî olduğu, eşyayı bir bütün olarak bilebildiği iddiasında bulunmuşlardır. Gazali bu sebepten onları tekfir etmiştir.[437] Râzî, “Biz herşeyi yazıp saymışız.” [438] ayetini delil getirerek. Allah'ın cüziyyatı da bildiğini söylemiştir.[439] Felsefeci olduğu halde İbn Rüşd, ekseriyetin bu görüşü[440] ne katılmaktadır.[441]
Allah'ın ilmi ve ilminin ezelî oluşu hakkında Muhammed İkbâl şu mütaalâları serdeder: “Kâinat Cenab-ı Hakk'a muhalif olarak kendiliğinden mevcud bir 'gayr' değildir. Ancak, hilkat fiiline, Cenab-ı Hakkın hayat tarihçesinde muayyen bir hadise olarak bakarsak, kâinat müstakbel bir 'gayr' gibi görünür. Halbuki herşeyi muhit olan zat nokta-i nazarından bir 'gayr' mevcud değildir. Fikir ve amel, yani ilim fiili ve hilkat fiili aynıdır. (...) İstidlâlî manada ilim ne kadar mütenâhî olursa olsun, âlim ve habîr olan, aynı zamanda, malûm olan şeye esas teşkil eden bir 'ene'ye isnad edilemez. Maalesef lisan bu noktada bize yardımdan âcizdir. Malûm olanı yaratıcı kaabiliyette, bir ilmi izah edecek kelimeye mâlik değiliz. (...) Cenab-ı Hakk'ın ilmi, ilm-i küll'dir ki Hak Teâlâ'yı, daima bir şimdi içinde, bir muayyen hadiseler nizamı telâkki edilen bütün tarih akışında bilâ-vasıta haberdar kılan bir tek, bölünmez idrak fiilidir.”[442] İkbâl burada geçen 'şimdi'yi şöyle anlar: “İlâhî zaman Kur'an'da 'ümmü'l-Kitab' diye tarif olunan zamandır; öyle bir zaman ki içinde bütün tarih, illet ve malûl tevatüründen âzâde olarak, bir tek deymûmet (devamlılık) üstü 'şimdi'de toplanmıştır.”[443] Bu fikir, Mutezilede, şu sözlerde ifadesini bulur: “Bütün zamanlar, Allah'ın ilmine nisbetle aynıdır.”[444]
Cenab-ı Allah, Kur'an'da:
“(Habibim) senin hâlâ üstünde dura geldiğin (Kabe'yi tekrar) kıble yapmamız; o peygambere uyanları, ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden, ayırd edip bilelim içindir.” [445] ve
“İnsanlar arasında günleri, (kâh lehlerine, kâh aleyhlerine) döndeririz. (Bu da), Allah'ın, iman edenleri bilmesi, içinizden şâhidler edinmesi içindir.” [446] buyurur. Bu ve benzeri ayetler zahiren, O'nun ezelî ilmine münafi gibi görünürse de, müşkilin halli şu şekildedir: Allah'ın, bilelim, demesinden kasdi; bildirelim, ayırd edelim, bildiğimizi tahakkuk ettirelim, filen tebeyyün etsin, inananlarla, inanmayanları ortaya çıkaralım da siz de görün, benim bildiğimi siz de bilmiş olun, demektir.[447] Bu, Arab üslûbunda kullanılması adet olmuş bir tarzdır. Nitekim bir kutsî hadiste Allah Teala :
“Ey kulum, hastalandım, beni ziyaret etmedin.” buyurmaktadır. Bundan kasdı:
“Fakir kullarım hastalandı, benim rızam için onları ziyaret etmedin.” dir.[448]
Allah'ın ilmi, herşeyi ihata eden [449] sınırsız bir ilim olduğu için insanların ilmiyle mukayese edilemez: “Allah bilir, siz bilemezsiniz.” [450] derken, sanki Allah Teala, şöyle demektedir:
“Ey kulum, bil ki benim ilmim, senin ilminden daha mükemmeldir.”[451]
Ariflerden biri: “İlim deniz gibidir. Ondan bir vadi çıkmaktadır. Vadiden bir nehir çıkmaktadır. Nehir bir kanala su vermektedir. Bu kanala bağlı su boruları vardır. Eğer ırmağın bütün suyu kanala akacak olsa kanal yıkılır ve su altında kalır. Eğer denizin olanca suyu ırmağa akacak olsa, vadi mahvolur. Aynen bunun gibi, ilmin deryaları Allah indindedir. Allah o deryalardan peygamberlere vadiler dolusu vermiştir. Peygamberler, vadi dolusu ilimlerinden, alimlere nehirler kadarını akıtmışlardır. Alimler de diğer insanlara, taakatlerine göre azar azar akıtırlar. Kimine kanallarla, kimine de borularla...” Bu temsili te'yid eder mahiyette şöyle bir haber rivayet olunmuştur: “Diğer insanlara nazaran, alimlerin sırları vardır. Alimlere nazaran halifelerin sırları vardır. Halifelere nazaran peygamberlerin sırları, peygamberlere nazaran meleklerin sırları vardır. Bütün bunlara nazaran da Allah'ın sırları vardır. Cahiller, alimlerin sırlarına muttali olsalar onları öldürürlerdi. Alimler, halifelerin sırlarına muttali olsalar onlara harp ilan ederlerdi Halifeler, peygamberlerin sırlarına muttali olsalar onlara muhalefet ederler di. Peygamberler, meleklerin sırlarına muttali olsalar onları yalanlarlardı. Eğer melekler Allah'ın sırlarına muttali olsalar şaşırıp sapıtırlardı ve helak olurlardı. Bunun sebebi şudur: Nasıl baykuşların gözleri güneşin ışığına tahammül edemezlerse, zayıf akıllar da güçlü sırları taşıyamazlar.”[452] İnsanların ilmi, Allah'ın ilmi yanında bir hiç mesabesindedir. Kaldı ki insanların bazılarının ilmi, diğer bazılarınınkinin yanında çok kısır kalmaktadır. Çünkü Allah onlara indindeki ilminden ilim vermiştir. Hızır (as) bunlardan biridir.[453]:
“Biz O'na kendimizden ilim öğrettik.” [454] O ğayb ilmi de.[455] İlimlerin gizli sırlarıydı, ona ancak Allah'ın tevfikı ile vakıf olunabilir.[456] Musa (as), bir peygamber olduğu halde, O'nun bu hususî ilminden istifade için:
“Sana öğretilen rüşd'ü bana öğretmen için, sana uyayım mı?” [457] hayra vukuf ve doğruyu bulma ilmini[458] öğretmen için[459] sana arkadaş olayım mı? demişti.
Allah Teala'nın ilmi sebebiyle mevsuf olduğu bir diğer güzel ismi de[460], Kur'an'da doksanyedi defa geçen “Hakim” dir. [461] “En üstün bir ilimle bilen”[462], “gerekeni yapıp, gereksiz olanı terk eden”[463], “ilim ve akıl ile doğruyu bulan”[464] manalarına gelen bu isim; Genab-ı Hak için “eşyayı bilip, onları hikmetle yaratan”[465], “bütün fiillerinde hikmet ve maslahatı gözeten[466]”, “işlerin neticelerini bilen, her malumata sahib[467]”, gibi manalarda anlaşılır.
Bu ismin masdarı olan “hikmet” kelimesinde, fesada mani olmak ve uygun olanı tercih etmek manası vardır. Hüküm, hükümet, muhkemlik hep bu masdardan alınmadır. Birşeyin üzerine terettüb eden ve ondan maksud olan menfaat ve maslahata, o şeyin hükmü ve hikmeti denilir. Bunda, tamıtamına bir gâî illet manası yoktur. Çünkü hikmet 'faide'den daha hususî, ve gâi illetten daha umumîdir. Zira hikmet, gâî illetten daha sonra gelebilir. En umumi manasıyla hikmet: Her güzel ilmin ve sâlih amelin ismidir. Herhangi bir hususta, kalben veya lisanen: 'Şu şöyledir.' deyip ona göre hareket etmek ve yaptığı işte isabet etmek, hikmettir. Şu halde, yalnız sözde veya yalnız fiilde isabet, hikmet değildir. Hikmetin başı, doğru bilgi, sonu faydalı iştir. Demek ki hikmetin, bir ilim yönü, bir de fiil yönü vardır. Hikmetin, “eşyayı yerli yerine koymak.” şeklindeki diğer bir tarifi, bütün varlıkları ihata ettiğinden, Allah'ın sıfatı olan külli hikmeti ifade eder. “Herhangi bir şeyi yerli yerine koymak” şeklinde ifade edilen hikmet, insanların cüzî hikmetlerini karşılar. Bu manalarıyla hikmet, aynı zamanda “adalet”tir [468]
Mutezileye göre, hikmet ve adalet, failine veya başkasına fayda temin eden şeydir.[469] Eşârîlere göre, failinin kasıt ve iradesine uygun olarak meydana gelen iştir. Her iki görüşü de ihtiva eden Maturîdîlerin tarifine göre ise: Fayda taşısın, taşımasın, neticesi güzel olan ve iyi olan iş, hikmettir.[470]
Allah Teala, hikmetsiz iş yapmaktan, abes ile meşgul olmaktan münezzehtir.[471] Kur'an, akıl sahiblerinin ağzından:
“Ey Rabbimiz, sen bunları batıl olarak, boşuna, yaratmadın. Sen (bâtıl yaratıştan) pak ve münezzehsin.” [472] der. “Bunlar”dan kasıt, yer ve göklerdeki mahlûkâttır.[473] “Bâtıl”, tasarlanan bir gayesi olmayan[474], abes ve oyun kabilinden olan, hikmetsiz[475] manasınadır. Allah, bâtılı Kur'an'da, sel suyunun faydasız ve her an kaybolup atılmaya mahkum olan köpüğüne[476] benzetmektedir. Bir başka ayette de:
“Biz göğü de yeri de, ikisinin arasında bulunan şeyleri de oyun olsun diye yaratmadık.” [477] buyurulmaktadır. Doğrusu Allah, bu kâinatı bir hikmete mebnî olarak yaratmıştır; asla, başıboş ve alay mevzuu edilsin diye yaratmamıştır.[478] Âlemde, yersiz hiçbirşey yaratılmamıştır. Var olan herşey mutlaka bir sebeb ve incelikten dolayı var olmuştur. Kâinat bütün olarak ve parça parça, yüce, üstün hikmet ve inceliklerle bezenmiştir.[479] Herşey “hakk” olarak yaratılmıştır:
“Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri elbette Allah hakk olarak yarattı.” [480], [481] O halde, hak, yani hikmet, Allah'ın yarattığı andan itibaren kainatın yapısında mevcuddur. Çünkü Allah, kainatı, hak sebeble ve hak olarak yaratmıştır, yapısında bâtıla ve sapıklığa yer vermemiştir. İnsan, bazan, hayatta karşılaştığı hakikatlerin bir kısmını ihata ve idrâkten aciz kalır da sapıtır ve bu yüzden, hayatın boş, bâtıl olduğunu, herşeyin bir hikmet ve incelikten uzak abes şeyler olduğunu zanneder.[482] Kâinattaki şerlere ve aklımızın ermediği şeylere bakarak, bu mananın doğruluğundan şüpheye düşmek, “bâtılı yaratmak” ile “batıl olarak yaratmak” arasındaki farkı görememekten ileri gelir.[483]
Bu noktada, İslâm Ulemâsının ve mezheblerinin ihtilaf ettikleri bir mesele karşımıza çıkıyor: Allah'ın fiillerinde, bir gâî illet tasavvur olunabilir mi? Allah, bir sebebe binaen mi yaratır, sebebsiz mi yaratır?
“Gâî illet, hakikatte, failin o fiili yapmasına sebeb olan şey, demek olduğundan, bu manada Allah'ın fiillerinde gâî illet düşünülemez. Çünkü o zaman, Allah, kendi dışında bir varlıkla kemâle ermiş olur ki bu muhaldir.” diye filozoflar bunu reddetmişlerdir.[484] Eşârî mezhebi de bu görüştedir.[485] Fahrüddin Râzî, tefsirinde bu görüşü her fırsatta müdafaa eder ve şöyle der: “Ashabımız der ki: Allah Teala hiçbir fiilini bir garaz, bir maksad için yapmaz. Çünkü, böyle olsa idi, Allah, bu maksadın yerine gelmesiyle kemâl bulmuş ve kemâle ermek için, kendi dışında bir varlığa muhtaç olmuş olurdu. Başka bir varlıkla kemâle eren ise eksik bir zat'ttır. Bu, Allah için düşünülemez (...) Fiilini bir maksad için yapan bu maksadı elde etme hususunda, o fiilin vasıtası olmadan, maksadını elde etmekten âciz demektir. Acz Allah için muhaldir. Allah Teala yaptıklarını bir maksada binâen yapıyorsa, bu maksad olsa olsa, mükelleflerin maslahatlarına riayet, maksadıdır. Cenab-ı Allah'ın fâiliyyeti bu şekilde olsaydı, kullarının hakkında zarar olan şeyleri (mefsedeti) yaratmazdı. Fakat durum böyle değil.”[486] Râzî, bunları söylerken, hâşâ, Allah'ın abesle iştigal ettiğini, hikmetsiz iş yaptığını iddia etmiyor: “Şu, herkesin ittifak ettiği birşeydir: Allah Teala hikmetsiz hiçbir iş yapmaz. İhtilaf edilen nokta: Allah, fiilini, bir hikmet için mi yapmıştır. Allah Teala, o işi yaptığı için mi hikmetli olmuştur”.[487] “Biz diyoruz ki: Allah Teala'nın bütün fiilleri doğru ve hikmetlidir. Çünkü, Allah, bizzat kendi mülkünde tasarrufta bulunmaktadır. Mâlikin mülkündeki tasarrufu, mutlak olarak hakk ve güzeldir. Binaenaleyh, Allah'ın hükmü de mutlak olarak doğrudur. Akıllar, Allah'ın hikmetlerini ihatadan âcizdir”[488] “Râzî, ayrıca, Cenab-ı Allah'ın, Kerîm sıfatının[489] gereği olarak da, “Hakim” olduğunu şöyle izah eder: “Kerîm olanın, hakim olması gerekir. Çünkü birisine nimet vermek, eğer bir hikmete binâen değilse bu tebzîr (savurganlık) olur; kerem olmaz. Bir hikmetle olursa, ona kerem denilir”[490]
Allah'ın fiillerinde gâî illetler bulunmadığını iddia hususuda Şâfiîlerden, Mâlikîlerden, Hanbelîlerden birçoklarıyla İbn Hazm gibi bir kısım ulemâ, Eşârîlerle aynı görüştedirler.[491] İbn Rüşd, İbn Teymiyye, İbn Kayyûm ve Sadruddin Şîrâzî, bu hususta, Eşârileri, “Allah'ın fiillerini, maksadlar ve gâi illetlerden tecrîd ederek, hikmetten tec-rid etmek”le itham etmişlerdir.[492] Râzî'nin yukarda geçen sözlerinden de anlaşılabileceği gibi, Eşârîlerin böyle bir iddiaları yoktur. İbn Kayyım: “Allah Tealla'nın, fiillerinde, eşyayı yerli yerine koyması, en güzel şekilde yaratması manasına olan, yüce gayelerin bulunması 'hakim' isminin gerektirdiği şeylerdendir. Bunları inkar, hakim ismini ve gerektirdiği şeyleri inkardır.”[493] diyerek, Eşârilerin, hikmeti, tamamen inkâr ettiğini iddia etmiştir.
Mutezile mezhebi, bu mevzuda, Eşârîlerin tam karşısı bir fikir savunur: “Allah hakimdir. Hakim olanın fiillerinin hikmetsiz olması caiz değildir. Cenab-ı Hak bütün fiillerinde, kullarına ihsan maksadını gözetir. 'Ey Rabbimiz, bunları bâtıl olarak yaratmadın.' [494] ayeti buna delildir. Ayette Allah her türlü çirkinlikten tenzih edilmiştir. İlâhî fiillerdeki hikmetler bazan zahirdir, bazan gizlidir.”[495] Gelecek ifadeler çerçevesinde, Hanefî, Hanbelî, Maliki ve Şâfiîlerden birçok kimse, Kelâmî mezheplerden Kerrâmiyye, Mürcie, hadiscilerin, mutasavvıfanın ve müfessirlerin ekserisi Mutezilenin kanaatındadırlar: “Allah Teâlâ, yaptıklarını ve emrettiklerini mahmûd bir hikmete binâen yapmış ve emretmiştir.” Mesele, bundaki hikmeti tarife gelince, her fırka başka başka tarifler yapmıştır.[496] Biz tercih ettiğimiz şekliyle bu görüşü şöyle anlatalım: “Selef, onbinden fazla hadis ve ayette talîlin (illet beyanının) varlığına zâhib olmuşlardır.” Alûsî gibi biz de bu görüşteyiz,[497] Mustafa Sabri Efendinin de beyan etikleri gibi, Ehl-i Sünnet dışı mezheplerden Mutezile ve Mürcie tarzında, İslâm'a büyük hizmetleri geçmiş Eşârî mezhebini, hikmeti inkâr ithamına maruz tutmamalıyız.[498] Fakat şu itirazı yapabiliriz: Gâî illetler, iddia edildiği gibi, Cenab-ı Hakk'ın, başka bir şeyle değil, kendi sıfatı olan ilim ve iradesiyle kemâli demektir. Ayrıca, Allah'ın fiillerinde, o fillere sebeb olma manasında değil, ama faide, gaye ve hikmetin carî olduğunda şüphe yoktur. Faydası olmayan her fiil bâtıl ve bîhûdedir. Bir fayda kastolunmadan yapılan fiilse, abestir. Faydası ve gayesi bilinerek ve tam bir isabetle yapılan fiil, hikmettir. Madem ki Allah, Kur'an'da, akıl sahiblerinin ağzından, bâtıl olarak yaratmadığını [499] haber vermektedir, öyle ise hilkatin, baştan başa, faideler ve gayelerle bîribirine bağlı, hikmetlerle depdolu, olduğunda, fiillerinin hikmetle cereyan ettiğinde şüphe yoktur.[500] Allah'ın emir ve yaratmasında maksadları vardır, fakat bizimkilere benzemez. Biz maksadlarımızla, noksanlıklarımızı gideririz. Allah Teâlâ maksadlarıyla noksanlıklarını gidermez; çünkü O'nun noksanı yoktur; O mutlak kâmildir. Bir akıl ile de mahdûd ve mahkûm değildir. O'nun gayeleri bizimkilere benzemez.[501] Allah'tan başka, herkes, yaptığı bir fiilinden dolayı “Bunu niçin böyle yaptın?” diye suale çekilir ve işinin maslahat yönü araştırılır. Cenab-ı Allah için, hangi akıl ve ilim ile, böyle bir sual sorma cesaretini gösterebilirz.[502]
Cenab-ı Hakk'ın fiillerinde gâî illetlerin varlığını kabul etmediğimiz zaman, İslâm hukukunun dört esasından biri olan Kıyas tehlikeye düşmektedir. Çünkü kıyas, illetler üzerine bina edilmiştir. “Hâkim” isminin, vahyin daha ziyade, teşri devri Medine devrinde çokça gelmesi[503] teşriin hikmetle olduğunu gösterebilir.
Cenab-ı Hakk'ın kudret ve iradesi, hikmetiyle sıkı sıkıya irtibatlıdır.[504]
“Şer” olarak tavsif edilebilen her türlü hadise ve fiil, Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmeti karşısında, farklı şekilde değerlendirilmek mecburiyetindedir. Madem ki Allah, hem âlimdir hem hakimdir, dünyadaki şerleri nasıl değerlendirmeliyiz ki tenakuz gibi görülen bu durum açıklık kazansın?
[428] S. Yıldırım, 133.
[429] Bakara: 2/32,127,137,181,224,244; Enam: 6/83,128,139, 115; Araf: 7/200; Yunus: 10/65; Yusuf. 12/6,83,100,34 v.b.
[430] R. Isfahani, 513.
[431] a. g. e., 514.
[432] Gazâlâ, İhya, 1/150.
[433] Zamahşerî, 3/196. Mutezilenin başka görüşleri için bkn., İbn Rüşd, 50 - 51.
[434] İbnu'l - Müneyyir, 3/186.
[435] Kadı Abdulcebbâr, Muhit, 126
[436] Râzî, Muhassal, 158; Gazali, İktisad, 74.
[437] İbn Rüşad, 55.
[438] Nebe: 78/29.
[439] Râzî, 31/18.
[440] A. Kâri, .16.
[441] İbn Rüşd, 55
[442] M, İkbâl, 94
[443] a. g. e., 92.
[444] İbn Rüşd, 51.
[445] Bakara: 2/143.
[446] Âl-i İmran: 3/140.
[447] Zamahşeri, 1/460; R. Rıza, 2/8-9; Elmalılı, 3/3226; H. B. Çantay, 1/42
[448] R. Rıza, 2/8.
[449] Şura: 26/12.
[450] Bakara: 2/216.
[451] Râzi, 6/28
[452] a. g. e., 2/3.
[453] Şevkânî, 3/299
[454] Kehf: 18/65.
[455] Şekâni, 3/299.
[456] RM., 15/330
[457] Kehf: 18/66.
[458] Şevkânî, 3/299.
[459] Burada sözü edilenin Müsâ (as)'dan başka bir Musa olduğunu söyleyenler olmuşsa da bu zayıf bir iddiadır. Bu hususta bkn. RM., 15/331; İbnu'l - Esîr, 2/220-230.
[460] Bâzı, 1/140; RM., 1/227.
[461] Nisa: 4/130; En'am: 6/18 73,83,128,139; Hud: 11/1; Yusuf: 12/8 83,100; Hicr: 15/25; Fussılet: 41/43; Şura: 42/51 v.b.
[462] S. Yıldırım, 162, Gazali, Makâsıd'dan naklen.
[463] Râzi, 1/40.
[464] R. Isfahani, 181
[465] a. g. e., 181.
[466] RM., 5/14.
[467] Râzî, 5/211.
[468] Elmalılı, 915 - 920
[469] Kadı Abdulcebbâr, Muğni, 6 - T/48.
[470] Şâbûnî, 133 - 134.
[471] Taberî, 4/140: Zamahşerî, 1/488.
[472] Al-i İmran: 3/191.
[473] Taberi, 4/140.
[474] Tabatabâî, 4/87
[475] Taberi, 4/140
[476] Ra'd: 13/17.
[477] Enbiya: 21/16.
[478] S. Kutub, 17/17.
[479] S. Havva, 92.
[480] Hicr: /85.
[481] Benzeri ayetler: En'am: 6/73; İbrahim: 14/19; Nahl: 16/3; Rûm: 30/8; Sâd: 38/27; Duhan: 44/38; Câsiye: 45/22 v. b.
[482] M. Kutub, 117 - 118.
[483] Râzî. 28/3.
[484] Elmalılı, 5/36 90. Bu hususta geniş bilgi için bkn. M. Sabri, Mevkıfı'l - Akl, 2/342.
[485] İbn Teymiyye, Mecmu'atü'r - Resâil, 1/326; M. Sabri, 3/3, 16: RM., 26/89.
[486] Râzî, 2/154; 4/3 - 96; 7/132; 17/31.
[487] a. g. e., 25/178.
[488] a. g. e., 9/140; 13/31 - 32.
[489] İnfitar: 82/6.
[490] a. g. e., 31/79
[491] İbn Teymiyye, a. g. e., 1/326- 327.
[492] a. g. e.5 1/339; M. Sabri, a. g. e,, 3/3.
[493] İbn Kayyım, 1/31.
[494] Al-i İmran: 3/192.
[495] Râzî, 4/95; S/139
[496] İbn Teymiyye, Mecmu'atü'r - Resâil, 1/331 - 332
[497] RM., 26/90.
[498] M. Sabri, Mevkı'l - 'Akl, 3/3, 16
[499] Âl-i İmran. 3/192.
[500] Elmalılı, 5/3691 - 3692.
[501] Tabatabâî, 12/9 - 10.
[502] a. g. e, 15/272.
[503] S. Yıldırım, 162
[504] Bu irtibatlara, Allah'ın kudret ve iradesini anlatırken temas etik.