2.Ünite
İlk Kelam Tartışmaları ve İnanç Gurupları:
Büyük Günah
Halife Hz. Osman’ın, yönetimini beğenmeyen Müslümanlarca şehid edilmesinden sonra hilafet makamına Hz. Ali geçti. Hz.Ali ile O’nun hilafetine karşı çıkanlar arasında, önce Cemel (M. S. 656), daha sonra ise Sıffın (M. S. 657) savaşları oldu. Bu iç savaşlarda binlerce Müslüman ölmüştü. Bu, İslâm toplumu içerisinde, daha önceleri benzeri olmayan bir durumdu. Dolayısıyla bu iki savaş, İslâm toplumunda büyük günah tartışmasını başlatmıştır.
Büyük günah konusunda fırkalar farklı görüşlere sahiptir. Bunlar:
1. Hâricîler, ameli imanın bir parçası saydıklarından, büyük günah işlemeyi küfür; dolayısıyla, büyük günah işleyenleri de “kâfir” olarak görmekteydiler.
2. Mürcie fırkası ise, amelin imandan bir parça olmadığını; dolayısıyla büyük günah işlemenin imana bir zarar vermeyeceğini belirterek, Hâricîlerin görüşlerine karşı çıktılar.
3. Mu’tezile ise, Hâricîler gibi ameli imanın bir parçası olarak kabul etmelerine rağmen, onlara göre büyük günah işleyen kişi, ne Mürcie’nin ileri sürdüğü gibi mümin ne de Hâricîlerin iddia ettiği gibi kâfirdir. Böyle bir kimse, bu iki durum arasında bir yerdedir (el-menzile beyne’l-menzileteyn). Bu durumda olan kişiye “fâsık” denir.
Bütün bu tartışmaların ötesinde bir kimse büyük günah işlese de, inancında bir değişme olmadığı sürece mümindir. (Nûr, 24 /31 ve ayrıca bkz. Tahrîm, 66 /8; Saf, 61 /2)
Kader
Kelime olarak kader, bir şeyin ölçüsü ve miktarını bildirir. Bu bağlamda o, bir şeyi belli bir ölçüye göre belirleyip yapmak, yaratmak anlamına gelir.
Terim olarak kader ise, evrende meydana gelen varlık ve olayların, sebepleri ve şartları ile varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekânlarıyla birlikte, her şeyin Allah tarafından belirlenmesi ve bir düzen içinde tertip edilmesi diye tanımlanır. Bu tanıma göre kader, kâinatın belli bir düzene göre yaratıldığını ifade etmektedir.
Hz. Ali, kaza ve kaderi, Yüce Allah’ın emri ve iradesi olarak tanımlamaktadırMabed el-Cühenî ise, “Kader yoktur; iş o anda oluverir” (Makrizî, Hıtat, II/356) demek suretiyle, hem onlara karşı bir eleştiri getirmiş hem de kaderle ilgili yeni bir tartışmayı başlatmıştı.
Hasan Basrî insan yapıp etmelerinde özgürdür demiştir.
Mabed el-Cühenî’nin, Mu’tezile’nin ileri sürdüğü “adalet” ilkesini Müslümanlar arasında ilk benimseyen alim olduğu görülmektedir. Cühenî Hicrî 80 yılında, savunduğu bu düşüncelerinden dolayı Emevî yönetimince öldürülmüştür
İnsanın özgür iradesini savunan diğer önemli bir isim de Gaylân ed-Dımeşkî’dir. O da bu konudaki düşüncelerini, selefi Mabed el- Cühenî gibi açıkça savunmuştur.
Gaylân ed- Dımeşkî’nin, kader konusunda Emevî halifesi Ömer b. Abdulaziz’le olan tartışması önemlidir. Emevîlerin kader anlayışının yanlışlığını ortaya koymuştur.
Gaylân da, selefi Ma’bed el- Cühenî gibi, kader konusunda daha birçok benzeri görüşü açıkça savunup Emevîlerin baskılarına karşı durduğu için işkenceyle öldürülmüştür
Mu’tezile’nin kurucularından olan Vâsıl b. Atâ ile Amr b. ‘Ubeyd de kader konusunda Ma’bed el-Cühenî ve Gaylân ed-Dımeşkî gibi düşünmekteydiler.
Müslüman geleğinde özgür iradeyi savunanların yanında, bir de, “İnsanın ne bir fiili ne de bir fiili yapmaya kudreti vardır” diyerek, özgür iradeyi kabul etmeyen grup, yani Cebriye mezhebi ortaya çıkmıştır. Bunlar, Kaderiyye, yani mutlak insan özgürlüğünü savunanlara karşı, insanın özgür iradesini tamamen yok saymışlardır. Bu düşünceyi ilk sistemleştiren kişi Ca’d b. Dirhem’di.
Kelâmullah ve Sıfatlar Meselesi
Allah’ın kelâm sıfatına ilişkin tartışmalar, büyük günah ve kader konularında olduğu gibi, İslâm’ın erken dönemlerinde başlamıştır.
Müslüman geleneğinde Allah’ın kelâm sıfatının, dolayısıyla Kur’an’ın mahlûk olduğunu ilk dile getiren kişinin Ca’d b. Dirhem olduğu söylenmektedir.
Mu’tezile’nin sıfatlar konusundaki görüşlerini Hâricîler, Mürcie ve Şia’nın bir kısmı benimsemiştir. Buna karşılık daha çok Ashabu’l-Hadîs’in görüşlerini kelâmî bir metodla ele alan Sünnîliğin öncülerinden İbn Küllâb ve arkadaşları ise, Allah’ın, ilim ile Âlim, kudret ile Kâdir, hayat ile Hayy olduğunu söyleyerek, O’nun, ne kendisinin aynı ne de gayrı olan ilim, kudret, hayat gibi sıfatları olduğunu kabul etmişlerdir.
Allah’ın kelâm sıfatına ilişkin tartışmalar, büyük günah ve kader konularında olduğu gibi, İslâm’ın erken dönemlerinde başlamıştır. Özellikle bu mesele, hem kelâm ilminin doğuşunda hem de ona “kelâm” adının verilmesinde etkili olmuştur.
Ca’d b. Dirhem sadece “Kur’an mahlûktur” görüşünü dile getirmekle kalmamış, buna bağlı olarak ilâhî sıfatların varlığını ilk inkâr eden kişi de o olmuştur. Ancak, onun bu görüşlerini öğrencisi Cehm b. Safvân daha
da geliştirmiştir. Dolayısıyla Cehm’e nisbetle Cehmiyye mezhebi, sıfatlar ve dolayısıyla Allah’ın kelâm sıfatı üzerinde özellikle duran bir mezhep olmuştur.
Sıfatlar konusunu akılcı bir yöntemle açıklamaya çalışan Cehmiyye, en çok bu konu üzerinde durduğundan, onlardan bahsedilirken daha çok akla gelen şey, ilâhî sıfatları kabul etmemişlerdir(nefyetmişler). Doğrusu onlar, sıfatlar konusunda aşırı tenzihe varan ilk akılcılardır. O kadar ki onlar, Zatından başka Allah’ın hiçbir sıfatının olmadığını ileri sürmüşlerdir. (Cemaleddin el-Kâsımî, Târîhu’l-Cehmiyye ve’l-Mu’tezile, s. 19). Sıfatlar konusundaki görüşleriyle Mu’tezile’ye öncülük eden Cehmiyye, bu konuda onlardan daha katı ve aşırı tutum içine girmiştir. Mu’tezile, Allah’ın Zatından ayrı kadîm sıfatları konusunda Cehmiyye kadar aşırı gitmemiş, sıfatların, Zat ile aynı olduğu görüşünü benimsemiştir. Cehmiyye’nin Allah’ın kelâm ve diğer sıfatları konusundaki aşırı te’vilci ve inkârcı tutumlarına karşı, daha ilk dönemlerden itibaren onları eleştiren reddiye türü kitaplar yazılmıştır. Cehm b. Safvân’ın ilâhî sıfatları inkârı, üzerinde durulması gereken bir sorundur. Onun sıfatları inkârının nedeni, Allah’ı başkalarına benzetmemektir. Bu yüzden o, Allah’tan başkası için kullanılan “şey” kavramının Allah için kullanılmasının câiz olmadığı görüşündedir. Çünkü ona göre “şey”, benzeri olan mahlûktur; halbuki Allah h içbir şeye benzeİlk Müslüman geleneğinde Allah’ın kelâm sıfatının, dolayısıyla Kur’an’ın mahlûk olduğunu ilk dile getiren kişinin Ca’d b. Dirhem olduğu söylenmektedir
Ca’d b. Dirhem sadece “Kur’an mahlûktur” görüşünü dile getirmekle kalmamış, buna bağlı olarak ilâhî sıfatların varlığını ilk inkâr eden kişi de o olmuştur. Ancak, onun bu görüşlerini öğrencisi Cehm b. Safvân daha da geliştirmiştir. Dolayısıyla Cehm’e nisbetle Cehmiyye mezhebi, sıfatlar ve dolayısıyla Allah’ın kelâm sıfatı üzerinde özellikle duran bir mezhep olmuştur.
Mu’tezile, daha çok selbî yolla, yani olumsuzlama yoluyla sıfatları açıklama yöntemini benimsemiştir. Buna göre Allah birdir; eşi, benzeri yoktur. Cisim değildir, suret değildir, cevher değildir, araz değildir. Allah, yarattıklarının hâdis sıfatlarının hiçbirisiyle nitelenemez.
Mu’tezile’nin sıfatlar konusundaki görüşlerini Hâricîler, Mürcie ve Şia’nın bir kısmı benimsemiştir. Buna karşılık daha çok Ashabu’l-Hadîs’in görüşlerini kelâmî bir metodla ele alan Sünnîliğin öncülerinden İbn Küllâb ve arkadaşları ise, Allah’ın, ilim ile Âlim, kudret ile Kâdir, hayat ile Hayy olduğunu söyleyerek, O’nun, ne kendisinin aynı ne de gayrı olan ilim, kudret, hayat gibi sıfatları olduğunu kabul etmişlerdir.
Kur’an’ın, mahlûk, yani yaratılmış olduğunu söyleyenler, aslında sadece Cehmiyye ve Mu’tezile de değildir. Hâricîler, Şiî olan Zeydiyye’nin çoğunluğu, Mürcie ve Rafizîlerin birçoğu da aynı görüşü paylaşmaktadır
Kelâm-i lafzî ve kelâm- i nefsî şeklinde bir ayrıma gidilmesinin en önemli nedeni, Kelâmullah’ın, yani Allah’ ın kelamı olan Kur’an’ın yaratılmış olup olmadığı yönündeki tatışmalara tutarlı bir çözüm yolu bulma amacı olsa gerektirErken dönemde gerçekleşen sözkonusu tartışmalar, Abbasîler döneminde mihne olaylarına sebep olmuştur.
Hadis Ehli ile Cehmiyye ve daha sonra Mu’tezile arasında süregelen mücadele döneminde, İbn Küllâb ve arkadaşları Hâris el-Muhâsîbî ve el-Kalânisî ortaya çıkıp, kelâm-ı nefsî – kelâm-ı lafzî ayrımını dile getirmişlerdir. Çünkü Mu’tezilîler, Allah kelâmı kabul ettikleri Kur’an’ı, yaratılmış kabul ederlerken; karşı cephede yer alan Ahmed b. Hanbel ve taraftarları ise, Kur’an’da bulunan ses, harf ve kelimeleri de Kelâmullah’a dahil etmekte, onları da yaratılmamış ezelî kelâmın bir parçası kabul etmekteydiler.
İmamet
Hz. Peygamber’in vefatının hemen ardından Müslümanlar arasında meydana gelen ilk ihtilaf, imamet konusunda yaşanan anlaşmazlıktır.
İmamet meselesini, Zeydiyye dışında kalan Şiîler hariç, hiçbir Müslüman ekolü onu bir akaid konusu yapmadığı halde, özellikle Eş’ârî’den sonraki dönemlerde yazılan kelâm kitaplarının son bölümlerinde bu konu ele alınır olmuştur. Bunun nedeni, imamet konusunu akidevî bir mesele sayan ve onu peygamberlik kurumunun bir devamı olarak gören Şiîlerin tutumudur.
Özellikle Şia, tamamen siyasî bir konu olan imamet meselesini, daha ilk dönemden itibaren diri tutmaya çalışmış, hele Kerbela Faciası’ndan sonra konuyu daha da kelâmî boyutlara taşıyıp onu bir inanç meselesi haline getirmeyi başarmıştır. Şîa‘, imamet konusunu dinin aslî bir ilkesi kabul ederken; buna karşılık Ehl-i Sünnet onu, güncele ait ikincil bir mesele olarak görmüştür. Bununla beraber Sünnî âlimler, güncel bir mesele olarak gördükleri imamet konusunu, kelâm konuları içinde ele almışlardır.
Mu’tezile de imâmeti, dinin aslî bir ilkesi olarak görmemiştir. Hâricîler ise bu konuda seçim ilkesini benimsemişler ve imâmet için gerekli şartları barındıran her müslümanın imâmete gelebileceğini ileri sürmüşlerdir.
Başlangıç Dönemi İnanç Grupları
Hâricîlik
Hâricîler, Kur’an’a, te’vil ve tefsire gitmeden, olduğu gibi inanırlar ve onu inanç ve amel için yegâne kanun olarak kabul ederler.
Hâricîler, Hz. Ali, Hz. Osman ile Cemel olayına iştirak edenleri ve ...
[
Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın