> Forum > ๑۩۞۩๑ Açık Öğretim & İlitam Dunyasi ๑۩۞۩๑ > İlitam Forum > Ankara İlitam > Ankara İLİTAM UEP307 SİTEMATİK KELAM
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Ankara İLİTAM UEP307 SİTEMATİK KELAM  (Okunma Sayısı 3317 defa)
22 Eylül 2012, 08:31:19
msburasoglu

Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 45


« : 22 Eylül 2012, 08:31:19 »



  1.ünite   Kelam’ın Doğuşu, Gelişimi ve İslam Bilimleri İçindeki Yeri.
  2.ünite   İlk Kelam Tartışmaları ve İnanç Grupları
  3.ünite   Varlık
  4.ünite   Allah’ın Varlığı
  5.ünite   Bilgi
  6.ünite   Kelamda Delillendirme Yöntemleri
  7.ünite   İman ve Eylem
  8.ünite   Nübüvvetin İmkân ve İspatı
  9.ünite   İnsan ve Fiilleri
10.ünite   İmamet ve Siyaset
11.ünite   Dua, Kaza ve Kader
12.ünite   Ölüm ve Sonrası
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı
Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Ankara İLİTAM UEP307 SİTEMATİK KELAM
« Posted on: 28 Mart 2024, 11:54:15 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Ankara İLİTAM UEP307 SİTEMATİK KELAM rüya tabiri,Ankara İLİTAM UEP307 SİTEMATİK KELAM mekke canlı, Ankara İLİTAM UEP307 SİTEMATİK KELAM kabe canlı yayın, Ankara İLİTAM UEP307 SİTEMATİK KELAM Üç boyutlu kuran oku Ankara İLİTAM UEP307 SİTEMATİK KELAM kuran ı kerim, Ankara İLİTAM UEP307 SİTEMATİK KELAM peygamber kıssaları,Ankara İLİTAM UEP307 SİTEMATİK KELAM ilitam ders soruları, Ankara İLİTAM UEP307 SİTEMATİK KELAMönlisans arapça,
Logged
24 Eylül 2012, 15:27:16
msburasoglu

Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 45


« Yanıtla #1 : 24 Eylül 2012, 15:27:16 »

1.Ünite
Kelam’ın Doğuşu, Gelişimi ve İslam Bilimleri İçindeki Yeri
Kendine özgü sorunları ve yine kendine özgü yöntemleri bulunan Kelam, tamamen Müslümanların içinde bulunduğu koşullara ve ihtiyaçlara göre oluşmuş bir bilimdir. Kelam kelimesi, sözlüklerde “yaralamak”, “etkilemek” anlamındaki “kelm” kökünden türemiş olup, bir düşünce ve inancı ifade eden söz anlamına gelir.
Kelam terim olarak, ‘kelime’, ‘akıl’ ve ‘delil’ anlamlarında kullanılmaktadır.
Kelam ilminin, ilahiyat, nübüvvat ve sem’iyyat olmak üzere üç ana eksen etrafında şekillendiği görülmektedir. Bu ana eksenlerden hareketle, Kelam ilmi şu şekilde tanımlamaktadır: “Kelam ilmi, Allah’ın zatından ve sıfatlarından, peygamberlik ve risalete ilişkin konulardan, başlangıç ve son itibariyle yaratılmışların hallerinden İslam ilkeleri üzere söz eden bir ilimdir”
Kelam’ın iki temel amacı: İslam’ın inanç ve ilkelerini tespit etmek ve bunlar hakkında ortaya çıkabilecek şüpheleri gidererek onları savunmaktır. Bu tespit ve savunmanın dayandığı temel unsurlar akıl ve vahiydir
Kelam, Kur’an’da ifade edilsin veya edilmesin akli kanıtlara dayanarak İslam’ın temel inanç ve ilkelerini tespit edip savunmaya çalışan bir ilimdir.
İslam dininin iman ve eyleme ilişkin esaslarını, Kur’an’dan hareketle belirleyen, bunları aklen temellendiren ve karşıt fikirlere karşı savunan bir disiplindir.
Kelamın konusu iman ve eylemdir.
Kelam terimi ve türevleri kullanılmadığı halde, ele aldığı konular dikkate alınarak Hasan Basri’nin halife Abdülmelik’e yazdığı Kader Risalesi ile Ebu Hanife’nin Fıkhu’l-Ekber’i Kelam eseri olarak kabul edilmektedir.
Hüküm ortak paydasında Kelam’a en yakın duran disiplin  Fıkıh’tır.
Kelam’ın hükmü kalbi fiillere, Fıkhın hükmü ise, bedenin fiillerine yöneliktir. Ancak, ‘amellerin niyetlere göre değer kazandığı’ ilkesi dikkate alındığında, Fıkhın hükümlerinin “fer’i hükümler” olduğu; kalbe ait hükümleri irdeleyen Kelamınkilerin ise “asli hükümler” olduğu görülmektedir.
İbn Haldun’un ifadesiyle, İslam toplumundaki amelî yükümlülükleri irdeleyen Fıkhın aksine, Kelam kalbi yükümlülükleri temellendirmeyi hedeflediği için, zorunlu olarak, ilk doğan ilimdir. Bu kalbi yükümlülüklerle, imanın kastedildiği açıktır.
Hadis ehli, aklın din alanında aklın kullanılmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Rey ehli ise, ayet,hadis, sahabe kavli gibi nakillere başvurmaya ek olarak aklı da dikkate alıyorlardı.
Ehli hadis, ana kaynakları Kur’an, sünnet, icma, kıyas olarak saymakta ve her bir kaynağın bir öncekinden meşruiyet almasını istemekteydi.
İbn Asâkir’e göre:
“Kelam ilmini iki tipten biri inkar eder: Birincisi, taklide yönelmiş, ilim tahsil edenlerin yollarına girmeye cesaret edememiş, tefekkür ve istidlal erbabının metotlarından mahrum kalmış kişidir. İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdır. Bu zavallı da Kelam ilmini idrak etmekten aciz kalınca insanları ondan alıkoymaya çalışır, kendisi sapıttığı gibi onlar da sapıtsın ister. İkincisi de bozuk inanışlara sahip bulunan ve gizli bid’atleri sinesinde barındıran kişidir. Ne var ki mezhebinin çarpıklığını başkalarından gizlemekte ve akidesinin saçmalıklarını kimseye göstermemektedir.
İbn Kayyim el-Cevziyye (1968), en şerefli ilim olarak İlm-i Tevhîdi yani Kelam İlmini göstermektedir
Kadı Beydavi Kelam’ın konusu Allah ve sıfatları olduğuna göre ilimlerin en şereflisi de odur
Akaid ilmi, dinin pratik hükümlerini değil de, teorik hükümlerini içermektedir.
Akaid ilmi, iman esaslarını konu edinirken hem nakli hem de akli yöntemi kullanmıştır.
Akaid, İslam dininin inanç esaslarından herhangi bir tartışmaya girmeden söz eden bir ilimdir. Bu akaid ile kelam arasında bir farkın olduğunu göstermektedir. Akaidi sadece Tanrı ve Tanrı ile ilgili sorunları konu edindiği halde, kelam hem Tanrı hem de var olan ve bilinen her şeyi konu edinmektedir.
Siyasi olayların kışkırttığı kelam içerikli tartışmalarla başlayan kelam ilminin genel olarak üç aşama geçirdiği kabul edilmektedir. Bunlardan birincisi, kelam ilminin oluşum sürecine girdiği aşamadır. Bu dönemde inanç sorunlarıyla ilgili bir takım risaleler yazılmaya başlanmıştır. Bu risalelerin yazılmasındaki ve buna yönelik olarak bir ilim tedvin edilmesindeki amaç, gerçek itikad ilkeleri ile yanlış ilkeleri birbirinden ayırmak, dinin asıllarını belirlemek, dinde bid’at ve sapmaları reddetmek olarak belirtilmiştir. Bu konuda tedvin edilen ilme de, “İlm-i Tevhid ve Fıkh-ı Ekber” denmiştir.
Kelam ilminin yaşadığı ikinci aşama, Ehl-i Sünnet olarak isimlendirilen kelam okulunun oluşum aşamasıdır. Ebu’l-Hasan el-Eş’ari ve Ebu Mansur el-Mâturîdî ile birlikte kelam ilmi, inancın akli-teorik bir yöntemle savunulması aşamasına girmiştir. Eş’ari, “el-Luma’ fi’r-Redd ala ehli’z- Zeyğ ve’l-Bida’” ve “Risale fi İstihsani’l-Havd fi İlmi’l-Kelam” adlı eserlerinde akli istidlalin doğruluğunu ve gerekliliğini savunmuştur
Kelam ilmi, Gazali ile birlikte üçüncü aşamaya girmiştir. Kelam’da Mütekaddimun ve Müteahhirun şeklinde bir ayrıma neden olacak kadar etkiye sahip olan Gazali’ye göre mantık ilmi, bütün teorik ilimler için, özellikle de her türlü sapmayı ve şüpheleri gidermeyi hedefleyen kelam ilmi için zorunludur. Gazali’nin felsefe yerine mantık lehine ortaya koyduğu tutumla birlikte mantık, düşünceyi sağlam temellere dayandırmanın, kesin bilgilere ulaşmanın vazgeçilmez ölçütü olmuştur.
Gazzali, kendisinden önceki kelamcıların kullandığı usul (metodoloji)  tarzını eleştirerek, bunun yerine mantıkçıların kullandığı yöntem ve kavramları önermiştir.
Adudiddin el-İci (ö.756/1355)’den itibaren yaklaşık bir asırlık dönemde, şerh ve haşiyeler dönemi denebilecek ve klasik metinlerin yeniden açıklanmasına dayalı bir sürece girilmiştir
Akaid İlmi:
Akaid kelimesi, akide kelimesinin çoğulu olup, “akd” kökünden türetilmiştir. Akd, düğüm atmak, düğüm bağlamak ve düğümlemek anlamına gelmektedir. Aynı kökten türeyen itikad kelimesi ise, bir şeye gönül vermek, düğüm atmışcasına inanmak, gönülden benimsemek demektir. Akide kelimesi dini literatürde inanılması şart olan iman esası anlamına gelmektedir.
Akaid ilmi, dinin pratik hükümlerini değil de, teorik hükümlerini içermektedir. Akaid ilmi, iman esaslarını konu edinirken hem nakli hem de akli yöntemi kullanmıştır.
Akide, inanma tarz ve biçimi anlamına da gelir. Başka bir ifadeyle inanç ilkelerini kabul etme ve benimseme biçimine de akide denmektedir. özellikle Ahmed b. Hanbel, Tahavi, Taberi gibi selef alimlerine atfedilen akide risaleleri bunun örnekleridir.
İslam Dininin iman esaslarını konu edinen ilmi disiplinin adıdır.
Fıkhu’l Ekber:
İmam Ebu Hanife fıkhı, bir kimsenin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi şeklinde tanımlamıştır.
Ebu Hanife, inanç konularından söz eden fıkıh alanına “el-Fıkhu’l-Ekber” ismini vermiş ve bu isimle anılan bir eser meydana getirmiştir. Ebu Hanife’ye göre, inanç ve kuramsal alanındaki fıkıh, uygulamalı alandaki fıkıhtan daha üstündür. Çünkü inanç alanındaki fıkıh asıl, uygulamalı fıkıh ise ayrıntıdır.
Tevhid ve Sıfat İlmi:
İlahiyyat, Tanrı ve Tanrı’yla ilgili sorunları, Nübüvvat, peygambelik ve ilgili sorunları, Semiyyat ise, ahiret ve onunla ilgili sorunları içermektedir. Kelamcılar bu üç ana başlığı “Usulu’s-Selase” (üç temel usül) şeklinde isimlendirmişlerdir.
Usulu’d Din:
İslam dininin temel ilkelerini konu edindiğinden dolayı bu ilmi disipline Usulu’d-Din adı da verilmiştir. Fıkıh, dinin uygulamalı yönünün içerirken, Usulu’d Din ise, dinin hem kuramsal hem de uygulamalı yönünü içermektedir
Fıkıh ilmi, kişinin uygulama yönünden leh ve aleyhinde olanı bilmesi olarak tanımlandığı gibi, usulu’d-din de kişinin hem kuramsal hem de uygulama yönünden lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi olarak tanımlanabilir.
Nazar ve İstidlal İlmi:
Kelamcıların kullandıkları yönteme dayalı olarak, kelam ilmine nazar ve istidlal ilmi de denmiştir.
Kelam:
Kelam ilminin en yaygın ve en çok kullanılan ismi “Kelam”’dır.
Kelam adının verilme sebepleri: Allah’ın kelamı (kelamullah) konusu olmuştur. kelam İlmi’nin dayandığı temel esasın söz, yani kelam olması gösterilmektedir. Cedel ve tartışmada söze fazlasıyla ihtiyaç duyulduğundan bu ilmi disipline kelam adı verildiği iddia edilmiştir. Bu iddia sahipleri çoğu zaman kelam ilmini cedel sanatı ile özdeşleştirmişlerdir. Oysa cedel, kelam ilminde kullanılan yöntemlerden sadece biridir. kelam eserlerindeki konu başlıkları; “el-kelam fi’l irade” (irade hakkında söz), “el-kelam fi’l erzak” (rızıklar kakında söz), “el-kelam fi’l acal” (eceller hakkında söz) şeklinde düzenledikleri ileri sürülerek, kullanılan bu üslup özelliğinden dolayı bu disipline kelam dendiği iddia edilmiştir. Kelamcıların ele aldıkları konuları çok güçlü delillerle ispat ve savunmaya çalıştıkları öne sürülerek, “işte kelam budur” şeklinde son sözü söyledikleri, bundan dolayı da kelamın esası, özü budur” anlamında olmak üzere bu ilme kelam adının verildiği de söylenmektedir. Kelam İlmi iki kaynağa dayanmaktadır. Bunlardan biri akıl, diğeri ise Kur’andır. Bu ilim, nass olarak yalnız Allah’ın Kelamını (Bakara, 75. Tevbe, 6. Fetih, 15.) aldığından, Kelam olarak adlandırılmıştır. Görülüyor ki Kelam İlmi, adını dahi Kur’an’dan almıştır.
Kelam ilminin özgünlüğünü yansıtan ve kelamın kelam olmasını sağlayan, her dönemde kelamın asli özelliğini koruyan temel bir yapısal formdan söz edilecek olursa o da kelamın tesbit,ispat ve savunmacı karakteridir.
Cebriye: İslam düşünce tarihinde insanın irade özgürlüğünü ve yapabilme gücünü yadsıyan, insan fiilleri de dahil her şeyi ilahi takdirle açıklayan, her şeyin ilahi irade ve kudretin etkisiyle meydana geldiğini ileri süren ön belirlemeci akım.
Kaderiye: Cebriyye’nin aksine insan fiillerinde ilahi takdirin her hangi bir rolünün olmadığını, bu konuda insanın tam bir özgürlüğe sahip olduğunu, insanın fiillerini kendi irade ve kudretiyle meydana getirdiğini ve dolayısıyla sorumlu olduğun...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı
06 Ekim 2012, 08:59:49
msburasoglu

Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 45


« Yanıtla #2 : 06 Ekim 2012, 08:59:49 »

2.Ünite
İlk Kelam Tartışmaları ve İnanç Gurupları:
Büyük Günah
Halife Hz. Osman’ın, yönetimini beğenmeyen Müslümanlarca şehid edilmesinden sonra hilafet makamına Hz. Ali  geçti.  Hz.Ali ile  O’nun hilafetine karşı çıkanlar arasında, önce Cemel (M. S. 656), daha sonra ise Sıffın (M. S. 657) savaşları  oldu.  Bu  iç savaşlarda binlerce Müslüman ölmüştü. Bu, İslâm toplumu içerisinde, daha önceleri benzeri olmayan bir durumdu. Dolayısıyla bu iki savaş, İslâm toplumunda  büyük günah tartışmasını başlatmıştır.
Büyük günah konusunda fırkalar farklı görüşlere sahiptir. Bunlar:
1. Hâricîler, ameli imanın bir parçası saydıklarından, büyük günah işlemeyi küfür; dolayısıyla,  büyük günah işleyenleri de “kâfir” olarak görmekteydiler.
2. Mürcie fırkası ise, amelin imandan bir parça olmadığını; dolayısıyla büyük günah işlemenin imana bir zarar vermeyeceğini belirterek, Hâricîlerin görüşlerine karşı çıktılar.
3. Mu’tezile ise, Hâricîler gibi ameli imanın bir parçası olarak kabul etmelerine rağmen, onlara göre büyük günah işleyen kişi, ne Mürcie’nin ileri sürdüğü gibi  mümin ne de Hâricîlerin iddia ettiği gibi kâfirdir. Böyle bir kimse, bu iki durum arasında bir yerdedir (el-menzile beyne’l-menzileteyn). Bu durumda olan kişiye “fâsık” denir.
Bütün bu tartışmaların ötesinde bir kimse büyük günah işlese de, inancında bir değişme olmadığı sürece mümindir. (Nûr, 24 /31 ve ayrıca bkz. Tahrîm, 66 /8; Saf, 61 /2)
Kader
Kelime olarak kader, bir şeyin ölçüsü ve miktarını bildirir. Bu bağlamda o, bir şeyi belli bir ölçüye göre belirleyip yapmak, yaratmak anlamına gelir.
Terim olarak kader ise, evrende meydana gelen varlık ve olayların, sebepleri ve şartları ile varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekânlarıyla birlikte, her şeyin Allah tarafından belirlenmesi ve bir düzen içinde tertip edilmesi diye tanımlanır. Bu tanıma göre kader, kâinatın belli bir düzene göre yaratıldığını ifade etmektedir.
Hz. Ali, kaza ve kaderi, Yüce Allah’ın emri ve iradesi olarak tanımlamaktadırMabed el-Cühenî ise, “Kader yoktur; iş o anda oluverir” (Makrizî, Hıtat, II/356) demek suretiyle, hem onlara karşı bir eleştiri getirmiş hem de kaderle ilgili yeni bir tartışmayı başlatmıştı.
Hasan Basrî insan yapıp etmelerinde özgürdür demiştir.
Mabed el-Cühenî’nin, Mu’tezile’nin ileri sürdüğü “adalet” ilkesini Müslümanlar arasında ilk benimseyen alim olduğu görülmektedir. Cühenî Hicrî 80 yılında, savunduğu bu düşüncelerinden dolayı Emevî yönetimince öldürülmüştür
İnsanın özgür iradesini savunan diğer önemli bir isim de Gaylân ed-Dımeşkî’dir. O da bu konudaki düşüncelerini, selefi Mabed el- Cühenî gibi açıkça savunmuştur.
Gaylân ed- Dımeşkî’nin, kader konusunda Emevî halifesi Ömer b. Abdulaziz’le olan tartışması önemlidir. Emevîlerin kader anlayışının yanlışlığını ortaya koymuştur.
Gaylân da, selefi Ma’bed el- Cühenî gibi, kader konusunda daha birçok benzeri görüşü açıkça savunup Emevîlerin baskılarına karşı durduğu için işkenceyle öldürülmüştür
Mu’tezile’nin kurucularından olan Vâsıl b. Atâ ile Amr b. ‘Ubeyd de kader konusunda Ma’bed el-Cühenî ve Gaylân ed-Dımeşkî gibi düşünmekteydiler.
Müslüman geleğinde özgür iradeyi savunanların yanında, bir de, “İnsanın ne bir fiili ne de bir fiili yapmaya kudreti vardır” diyerek, özgür iradeyi kabul etmeyen grup, yani Cebriye mezhebi ortaya çıkmıştır. Bunlar, Kaderiyye, yani mutlak insan özgürlüğünü savunanlara karşı, insanın özgür iradesini tamamen yok saymışlardır. Bu düşünceyi ilk sistemleştiren kişi Ca’d b. Dirhem’di.
Kelâmullah ve Sıfatlar Meselesi
Allah’ın kelâm sıfatına ilişkin tartışmalar, büyük günah ve kader konularında olduğu gibi, İslâm’ın erken dönemlerinde başlamıştır.
Müslüman geleneğinde Allah’ın kelâm sıfatının, dolayısıyla Kur’an’ın mahlûk olduğunu ilk dile getiren kişinin Ca’d b. Dirhem olduğu söylenmektedir.
Mu’tezile’nin sıfatlar konusundaki görüşlerini Hâricîler, Mürcie ve Şia’nın bir kısmı benimsemiştir. Buna karşılık daha çok Ashabu’l-Hadîs’in görüşlerini kelâmî bir metodla ele alan Sünnîliğin öncülerinden İbn Küllâb ve arkadaşları ise, Allah’ın, ilim ile Âlim, kudret ile Kâdir, hayat ile Hayy olduğunu söyleyerek, O’nun, ne kendisinin aynı ne de gayrı olan ilim, kudret, hayat gibi sıfatları olduğunu kabul etmişlerdir.
Allah’ın kelâm sıfatına ilişkin tartışmalar, büyük günah ve kader konularında olduğu gibi, İslâm’ın erken dönemlerinde başlamıştır. Özellikle bu mesele, hem kelâm ilminin doğuşunda hem de ona “kelâm” adının verilmesinde etkili olmuştur.
Ca’d b. Dirhem sadece “Kur’an mahlûktur” görüşünü dile getirmekle kalmamış, buna bağlı olarak ilâhî sıfatların varlığını ilk inkâr eden kişi de o olmuştur. Ancak, onun bu görüşlerini öğrencisi Cehm b. Safvân daha
da geliştirmiştir. Dolayısıyla Cehm’e nisbetle Cehmiyye mezhebi, sıfatlar ve dolayısıyla Allah’ın kelâm sıfatı üzerinde özellikle duran bir mezhep olmuştur.
Sıfatlar konusunu akılcı bir yöntemle açıklamaya çalışan Cehmiyye, en çok bu konu üzerinde durduğundan, onlardan bahsedilirken daha çok akla gelen şey, ilâhî sıfatları kabul etmemişlerdir(nefyetmişler). Doğrusu onlar, sıfatlar konusunda aşırı tenzihe varan ilk akılcılardır. O kadar ki onlar, Zatından başka Allah’ın hiçbir sıfatının olmadığını ileri sürmüşlerdir. (Cemaleddin el-Kâsımî, Târîhu’l-Cehmiyye ve’l-Mu’tezile, s. 19). Sıfatlar konusundaki görüşleriyle Mu’tezile’ye öncülük eden Cehmiyye, bu konuda onlardan daha katı ve aşırı tutum içine girmiştir. Mu’tezile, Allah’ın Zatından ayrı kadîm sıfatları konusunda Cehmiyye kadar aşırı gitmemiş, sıfatların, Zat ile aynı olduğu görüşünü benimsemiştir. Cehmiyye’nin Allah’ın kelâm ve diğer sıfatları konusundaki aşırı te’vilci ve inkârcı tutumlarına karşı, daha ilk dönemlerden itibaren onları eleştiren reddiye türü kitaplar yazılmıştır. Cehm b. Safvân’ın ilâhî sıfatları inkârı, üzerinde durulması gereken bir sorundur. Onun sıfatları inkârının nedeni, Allah’ı başkalarına benzetmemektir. Bu yüzden o, Allah’tan başkası için kullanılan “şey” kavramının Allah için kullanılmasının câiz olmadığı görüşündedir. Çünkü ona göre “şey”, benzeri olan mahlûktur; halbuki Allah h içbir şeye benzeİlk Müslüman geleneğinde Allah’ın kelâm sıfatının, dolayısıyla Kur’an’ın mahlûk olduğunu ilk dile getiren kişinin Ca’d b. Dirhem olduğu söylenmektedir
Ca’d b. Dirhem sadece “Kur’an mahlûktur” görüşünü dile getirmekle kalmamış, buna bağlı olarak ilâhî sıfatların varlığını ilk inkâr eden kişi de o olmuştur. Ancak, onun bu görüşlerini öğrencisi Cehm b. Safvân daha da geliştirmiştir. Dolayısıyla Cehm’e nisbetle Cehmiyye mezhebi, sıfatlar ve dolayısıyla Allah’ın kelâm sıfatı üzerinde özellikle duran bir mezhep olmuştur.
Mu’tezile, daha çok selbî yolla, yani olumsuzlama yoluyla sıfatları açıklama yöntemini benimsemiştir. Buna göre Allah birdir; eşi, benzeri yoktur. Cisim değildir, suret değildir, cevher değildir, araz değildir. Allah, yarattıklarının hâdis sıfatlarının hiçbirisiyle nitelenemez.
Mu’tezile’nin sıfatlar konusundaki görüşlerini Hâricîler, Mürcie ve Şia’nın bir kısmı benimsemiştir. Buna karşılık daha çok Ashabu’l-Hadîs’in görüşlerini kelâmî bir metodla ele alan Sünnîliğin öncülerinden İbn Küllâb ve arkadaşları ise, Allah’ın, ilim ile Âlim, kudret ile Kâdir, hayat ile Hayy olduğunu söyleyerek, O’nun, ne kendisinin aynı ne de gayrı olan ilim, kudret, hayat gibi sıfatları olduğunu kabul etmişlerdir.
Kur’an’ın, mahlûk, yani yaratılmış olduğunu söyleyenler, aslında sadece Cehmiyye ve Mu’tezile de değildir. Hâricîler, Şiî olan Zeydiyye’nin çoğunluğu, Mürcie ve Rafizîlerin birçoğu da aynı görüşü paylaşmaktadır
Kelâm-i lafzî ve kelâm- i nefsî şeklinde bir ayrıma gidilmesinin en önemli nedeni, Kelâmullah’ın, yani Allah’ ın kelamı olan Kur’an’ın yaratılmış olup olmadığı yönündeki tatışmalara tutarlı bir çözüm yolu bulma amacı olsa gerektirErken dönemde gerçekleşen sözkonusu tartışmalar, Abbasîler döneminde mihne olaylarına sebep olmuştur.
Hadis Ehli ile Cehmiyye ve daha sonra Mu’tezile arasında süregelen mücadele döneminde, İbn Küllâb ve arkadaşları Hâris el-Muhâsîbî ve el-Kalânisî ortaya çıkıp, kelâm-ı nefsî – kelâm-ı lafzî ayrımını dile getirmişlerdir. Çünkü Mu’tezilîler, Allah kelâmı kabul ettikleri Kur’an’ı, yaratılmış kabul ederlerken; karşı cephede yer alan Ahmed b. Hanbel ve taraftarları ise, Kur’an’da bulunan ses, harf ve kelimeleri de Kelâmullah’a dahil etmekte, onları da yaratılmamış ezelî kelâmın bir parçası kabul etmekteydiler.
İmamet
Hz. Peygamber’in vefatının hemen ardından Müslümanlar arasında meydana gelen ilk ihtilaf, imamet konusunda yaşanan anlaşmazlıktır.
İmamet meselesini, Zeydiyye dışında kalan Şiîler hariç, hiçbir Müslüman ekolü onu bir akaid konusu yapmadığı halde,  özellikle Eş’ârî’den sonraki dönemlerde yazılan kelâm kitaplarının son bölümlerinde bu konu ele alınır olmuştur. Bunun nedeni, imamet konusunu akidevî bir mesele sayan ve onu peygamberlik kurumunun bir devamı olarak gören Şiîlerin tutumudur.
Özellikle Şia, tamamen siyasî bir konu olan imamet meselesini, daha ilk dönemden itibaren diri tutmaya çalışmış, hele Kerbela Faciası’ndan sonra konuyu daha da kelâmî boyutlara taşıyıp onu bir inanç meselesi haline getirmeyi başarmıştır.  Şîa‘, imamet konusunu dinin aslî bir ilkesi kabul ederken; buna karşılık Ehl-i Sünnet onu, güncele ait ikincil bir mesele olarak görmüştür. Bununla beraber Sünnî âlimler, güncel bir mesele olarak gördükleri imamet konusunu, kelâm konuları içinde ele almışlardır.
Mu’tezile de imâmeti, dinin aslî bir ilkesi olarak görmemiştir.  Hâricîler ise bu konuda seçim ilkesini benimsemişler ve imâmet için gerekli şartları barındıran her müslümanın imâmete gelebileceğini ileri sürmüşlerdir.
Başlangıç Dönemi İnanç Grupları
Hâricîlik
Hâricîler, Kur’an’a, te’vil ve tefsire gitmeden, olduğu gibi inanırlar ve onu inanç ve amel için yegâne kanun olarak kabul ederler.
Hâricîler, Hz. Ali, Hz. Osman ile Cemel olayına iştirak edenleri ve ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı
Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes