๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Ahkamüs Sultaniye => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 10 Mart 2011, 14:49:33



Konu Başlığı: Kumandanın harbi idaresi
Gönderen: Sümeyye üzerinde 10 Mart 2011, 14:49:33
B - KUMANDANIN HARBİ İDARESİ VE DÜŞMANLA SAVAŞMASI


Ordu komutanlığının ikinci görevi ve hakkı harbi sevk ve ida­residir. Harp ülkesinde bulunan müşrikler iki sınıftır. Birinci sı­nıf: Kendilerine İslâm dinine girmeleri hususunda davet yapıldığı halde, yapılan davete sırt çevirenlerdir. Ordu komutanı iki husus­tan birini haklarında tatbikte serbesttir. Ya gece-gündüz sıkıntı vermek, ölümle ve yakmakla tehdîd etmek, veya harple, ölümle korkutmak. Müslümanlar için bu tedbirlerden hangisi uygun dü­şüyorsa onu müşrikler hakkında uygular. İkinci sınıf müşrikler; kendilerine, müslümanhğa davet hususu ulaşmayanlardır. Bu sı­nıf müşrikler bugün az sayıda kalmıştır. Çünkü Allah, Peygam­berinin (s.a.v.) davetinin her tarafa yayılmasını sağlamıştır. An­cak Türklerden, Rumlardan karşılaştığımız yerlerin ötesinde olanlarla, uzak doğu ve batıda bulunanlar vardır. Onlara dine davetin ulaştığı bilinmediğinden birdenbire öldürülmelerine, ya­kılmalarına girişmek yasaktır. Onlara önce dîne davet işlemi ya­pılır. Peygamberin (s.a.v.) peygamberlik mucizeleri anlatılır, dîni kabul etmeleri hususunda deliller getirilir. Bütün bunlara rağ­men küfürde devam ederlerse, o zaman harp edilir, öldürülür. Al­lah Teâlâ da âyet-i kerîmesinde:

"İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et; onlarla mücâdeleni, en güzel yol hangisi ise onun­la yap."(K.K 16:125) buyurmuştur ki, maksad, Allah'ın yoluna, dînine hikmetle davette bulun demektir. Hikmete iki türlü mânâ verilmiştir. 1- Hikmetten maksat Peygamberlik, 2 - Kurandır. Bu Kelbîye göredir. Güzel Öğütte de (meviza) iki türlü anlam var­dır. 1- Yine Kelbî'ye göre: Kuranın güzel sözleri, 2 - Başkalarına göre, Kur'ândaki emir ve yasak mâhiyetinde olan şeyler, hüküm­lerdir. "Onlarla mücâdelem en güzel yol hangisi ise onunla yap" lâfzında da, düşmanlara hakikatler açıklanır, deliller izah edilir, demektir.

Şayet bu ikinci sınıf müşrikler, dîne davet işi yapılmadan, de­liller getirilmeden, gerekli korkutma yapılmadan, birdenbire Öl-dürülürlerse, Şâfıî mezhebine göre: Bir müslümanın diyeti gibi di­yet verilir. Bir başka görüşe göre de, dinleri ayrı olması sebebiyle kâfirin diyeti gibi diyet verilir. Ebû Hanîfe'ye göre ise, öldürülme­lerinden ötürü diyet vermek gerekmez.

Ordu safları, hatlar savaşa girdiğinde, emir ve komutasında bulunan askerlerin kendisini tanımaları için, diğer atlardan ayı­rıcı renkleri taşıyan, özellikle alacalı bir ata binmesi gerekir. Şayet ordudaki atların hepsi yalnız siyah veya yalnız doru ise Ebû Hanîfe'ye göre, komutanın onlardan tamamen ayrı bir renkte olan ata binmesi doğru olmaz. Çünkü düşman tarafından komutan ko­layca tanınır, bilinir. Ama nihayet bu bir fikirdir. Abd b. Avnillah, Umeyr'den, O da Ebû İshak'tan Peygamberin (s.a.v) Bedir sava­şında şöyle buyurduğunu rivayet etti:

"Kırlarda otlayan atlar besleyin. Şüphesiz melekler de böyle atlar beslediler."[43]

Komutan karşılıklı mübârezeye, düelloya çağırıldığında ce­vap vermelidir. Ubey b. Halef, Uhud muharebesinde Peygamberi (s.a.v) mübârezeye çağırdı. Peygamber (s.a.v) de onu öldürdü. Pey-gamber'in (s.a.v) ilk yaptığı Bedir Muharebesinde Kureyş'in ulu­ları Utbe b. Rebia, Oğlu Velid, kardeşi Şeybe ortaya çıkarak karşılıklı doğuş, düello istediler. Peygamber (s.a.v) de Ensar'dan Af-ra'mn oğulları Avf ve Mes'udu ve Abdullah b. Revaha'yı karşıları­na çıkardı. Kureyşliler bu üç bahadıra, "Biz sizleri tanımıyoruz. Biz bize denk kişiler isteriz." dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), Haşim oğullarından üç kahramanı gönderdi. Ali b. EbiTa-lib (r.a) Velîd'le döğüştü ve onu öldürdü. Hamza b. Abdil-Muttalib (r.a.) Utbe ile çarpıştı ve onu öldürdü. Ubeyde b. el-Haris (r.a), Şey-be ile döğüştü ve iki vuruşta ayrıldılar. Şeybe de bu harpte öldü. Ubeyde sağ olarak, ayağının biri yaralı vaziyette ata bindirildi. Safra denilen yerde öldü. Ka'b b. Malik bu hususta şu mersiyeyi söylemiştir:

"Ey gözlerim, cömert olun, göz yaşlarınızı esirgemeyin, az az

değil, devamlı akıtın.

Şehidlerin ilki, en güzeli ve ölümü bizi mahveden o efendi üze­rine ağlayın.

Yarının sabahında, pek fena olmayan bir vakitte, beklenme­dik bir anda Ubeyde ölmüştü.

Şüphesiz harbin keskin kılıcı ile yaralanması ona çok ızdırap

veriyordu."

Bu olaydan sonra Utbe'nin kızı Hind, şayet Hamzayı öldürür­se kendisine büyük mükâfatlar vereceğini Vahşî'ye vaad etti, Uhud'da Vahşî Hamza'yı şehîd edince, Hind, şehidin karnını yar­dı, ciğerini çıkarıp çiğnedi. (Allah Yüce şehidden razı olsun...). Hind bu vak'a hakkında şu şiiri yazdı:

"Utbe'den, kardeşimden, amcasından ve Bekr'den bana bir sa­bır da yoktur.

Nefsime şifâ verdin, nezrimi ödedin, ey Vahşî, göğsümün ate­şine şifâ verdin.

ömrüme hayatım bahasına yemin ederim ki kemiklerim kab­rimde çürüyünceye kadar şükürler eder."

İşte şu olaylar gösteriyor ki Peygamber (s.a.v) Hâşim ve Ab-dul-Muttalib oğullarından en yakın aile fertlerini, onların en par­lağı, onlara en çok şefkatli olmasına rağmen karşılıklı mübârezelere, düellolara çıkarmıştır. Ubey'le karşı karşıya Uhud'da mübâreze etmiştir. Hendek'te Amr b. Abdi Vüdd'ün ağır konuşması karşısında çok sevdiği amcası oğlu Ali'yi karşısına çı­karmıştır. Şöyle ki: Kureyşliler Medine'yi kuşattıklarının ilk gü­nü Amr b. Abdi Vüdd, müslümanlardan er istedi, cevap veren ol­madı. İkinci günü yine er istedi, yine cevap veren olmadı. Üçüncü günü yine er istedi, kendisinden kaçınıldığını görünce:

"Ey Muhammed (s.a.v), ölülerinizin, şehidlerinizin Cennette diri olduğunu, Rablarının onları rızıklandırdığı, bizim Ölülerimi­zin Cehennemde cezalandırıldığını boş yere iddia eden siz değil miydiniz? Sizin hiçbirinize kıymet vermem." dedi. Bunun üzerine Allah'dan bir iyilik olarak veya düşmanın ateşe biraz daha yaklaş­ması için Hz. Ali ileri atılarak şu şiirleri okudu:

"Küçücük topluluklarından er var mı diyen sese döndüm. Dur­dum, baktım ki şecaatli korkak, korktuğu yerde hazır dona kal­mış.

Şüphesiz ben, onun azgın develer bağırışı gibi bağırmakta ace­le etmedim. Onun gibi olmadım.

Şüphesiz ki şecaat, hayırların en asîli olan cömertlik, genç de­likanlılarındır."

Bu şiirlerden sonra Hz. Ali, Peygamberden (s.a.v) izin istedi, o da müsâade ederek,

"Çık Ya Ali, Allah seni korusun, her türlü kötülüklerden esir­gesin." Bu duadan sonra Hz. Ali de hemen şu şiiri söyleyerek ileri doğru çıktı.

"Müjde sana, deve bağırışı gibi olan sesine, âciz olmayan biri (sana) cevap vermeye geldi.

Gelen gelişinde samîmidir. Bilerek geliyor. Umarım ki bu iş sabah vaktinde bitsin de kurtulsun.

Hakikaten ben, başıyın üzerinde, cenazelerde çığırtkanlıklar yapan bir kadın dikmek ve görmek istiyorum.

Deve haykırışı anında, birden bire parlayan, nefesleri kesen, geniş kılıcı vurmak suretiyle."

Her ikisi harp meydanında dolaştılar, ortalığı toz duman bü­rüdü. İkisi de toz içerisinde gözden kayboldular. Sonra ikisi de gö­züktü. Ali (r.a.) kılıcını Amr'in elbisesine siliyordu, Amr o anda öl­dürülmüştü. Bu olayı etraflı bir şekilde Muhammed b. İshak, Me-ğazi Kitabında anlatır. Bu iki olay gösteriyor ki nefse güç de gelse komutan düelloya çağırıldığında ortaya çıkmalıdır. Savaşçının ilk düelloya dâvetine cevap vermeyi Ebû Hanîfe men etmiştir. Çünkü düelloya çağırmak, ilk olarak bu işle başlamak taşkınlıktır. Şafiî ise, karşılıklı döğüşmeyi, Allah'ın yolunda, dininde kuvvet göste­rilmesi, Peygamberine {s.a.v) yardımda bulunulması sebebiyle caiz görür. Peygamber (s.a.v) mübâreze yapılmasını uygun buldu, teşvik etti. Bazan kendisinin de çıkmasına rastlandı. Muhammed b. İshak'm anlattığına göre: Bir gün Uhud muharebesinde Resû-lullah (s.a.v.), zırhları arasından bir kılıç aldı. Sonra onu elinde sallayarak:

- "Bu kılıcın hakkını kim verecek?" dedi. Hz. Ömer kalktı,

- "Ben onun hakkını veririm" dedi. Peygamber (s.a.v.), Ömer'­den vazgeçti, tekrar,

- "Bu kılıcın hakkını kim alacak?" diye sordu. Zübeyr b. Avvam kalktı ve,

- "Kılıcın hakkını ben alırım!" dedi. Peygamber (s.a.v.) üçüncü defa,

- "Bu kılıcın hakkını kim alacak?" diye sordu. Ebû Dücâne Simak b. Huraşe ayağa kalktı,

Ahkâm-ı Sultaniyye

97

- "Onun hakkı nedir Ya Resûlallah?" diye sordu. Peygamber (s.a.v.) de,

- "Kılıç eğilinceye kırılıncaya kadar düşmana vurmandır." de­di. Kılıcı Peygamberden (s.a.v.) aldı, sapı kırmızı idi. İnsanlar kı­lıcı gördüklerinde hemen öldürecek ve yaralıyacak zannederlerdi. Ebû Dücâne şu şiiri okuyarak yürüyordu:

"Resûlullah (s.a.v.) kılıcın hakkını kim alacak dediğinde, onun yumuşaklığından faydalandım, ben aldım.

Kadir ve Rahman olan Allah'ın yarattıkları arasında âdil ve doğru olduğu bilinenden aldım, kabul ettim.

O Peygamber (s.a.v.) bol bol ganimetlere kavuşan, doğu ve ba­tıda malları olandır."

Sonra Ebû Dücâne saflar arasında gururlu gururlu dolaşıyor­du. Peygamber (s.a.v.) bunun üzerine, "O öyle bir yürüyüştür ki Allah bu yürüyüşü sevmez. Ama harpte caizdir" buyurdu. Savaşa ilk başlıyan olarak, belâlar, ölümler yağdırarak girdi ve şu şiiri okuyordu:

"Sevgilim (Kılıcım), benimle anlaşma yapan birisin. Bizler kanlar döken bahadırlarız.

Allah'ın ve Resulünün kılıcını aldım. Acaba zaman döneme­cinde durmaz, beklemez mi?"

Yukarıdan beri açıklanan delillerden anlaşıldığı üzere, düel­loda bulunmak iki şartla caizdir: 1- Düelloya çıkacak müslüman, genç ve cesur olmalı ve bilmeli ki düşmanm karşı koymasında âciz kalmıyacaktır. Şayet böyle cesur, genç biri değilse düelloya çıkma­sı önlenir. 2- Ordunun komutanı, askerin pek ileri gelen erkânından biri de olmamalı. Çünkü ilk hamlede böyle Önemli bir şahsın kaybolması orduyu üzüntüye, moral bakımından bozulma­ya götürür. Peygamber'in (s.a.v) düellolarda ilk defa kendini Öne sürmeleri Allah'ın yardımına bağlanışları, Allah'ın zaferinin yalnız kendi hakkında tecelli edeceğini bilmesi nedeniyledir.

Ordu komutanının harp esnasında en ön safla çarpışması, as­keri şehitliğe teşvik etmesi iki maksaddandır. Ya müslümanları harbe teşvik, veya Allah'ın yardımından cesaret alarak ümid ede­rek düşmanı yenilgiye uğratmak içindir. Muhammed b. İshak'ın anlattığına göre Bedir harbinde Resûlullah (s.a.v) yüksek bir ke­revet üzerine çıktı, müslümanları harbe teşvik etti ve: "Her insa­na acaba ne isabet etti diye sordular? Ve nefsim kudreti tahtında olan Allah'a yemin ederim ki bir adam bugün düş­manla çarpışır, sabırla ve ecrini Allah'tan isteyerek göğüs göğüse çarpışma esnasında er meydanından geri kaçmak-sızm Öldürülürse Allah onu cennetine koyar". Mesleme oğlu Umeyr b. Hümam, elindeki hurmaları yerken, "Ne güzel, ne güzel buyurdunuz. Benimle Cennet arasında şu topluluğun beni öldüre­bileceği kadar bir mesafe kaldı." dedi. Ellerindeki hurmaları he­men attı, kılıcını aldı, şehîd oluncaya kadar düşmanla çarpıştı. Al­lah rahmet etsin. Savaşma ânında şu şiiri okuyordu:

"Takva, âhirete âit ameller ve Allah'a karşı sabırdan başka azık olmaksızın harbde Allah için koşmak gerekir.

Takva, iyilik, doğruluk azıklarından başka her türlü azık

fânidir."

Bir müslümana, harpte olsun, harbin dışında olsun eline ge­çen müşrikleri Öldürmesinde sakınca yoktur. Onların yaşlılarını, din adamlarını, ruhbanlarını öldürmek hususunda görüş ayrılığı vardır. Bir görüşe göre, savaşmaya teşebbüs etmezlerse öldürül­mezler. Çünkü onlar, mâbedleri gibi emânet bırakılmışlardır, ikinci görüşe göre, harbe teşebbüs etmeseler, silâha sarılmasalar da öldürülürler. Çünkü onların bir fikir açıklamaları, etrafında bulunanlara teşvik edici işaretler yapmaları müslümanlarla gö­ğüs göğtise savaşmalarından daha tehlikelidir. Hevâzin harbin­de, Huneyn harbi günü Dureyd b. Sununa 100 yaşını geçtiği halde öldürülmüştür. Resûlullah (s.a.v) bu olayı gördüğü halde, böyle yapılmasını kötülemedi. Dureyd, öldürülürken şu şiiri terennüm ediyordu:

"Ben onlara yüksek bir tepelikten hücum emri verdim. Onlar henüz Ömürlerinin sabahında delikanlılardı.

Fakat onlar, kendilerinden olmama rağmen beni bu âkibetten korumadılar, gördüm ki onlar sapmışlar, dîn değiştirmişler. Hal­buki ben din değiştirmemiş, hidâyete ermemiştim."

Peygamberin (s.a.v) yasak etmesi sebebiyle kadınların, çocuk­ların harb ânında veya harbin dışında öldürülmeleri doğru değil­dir. Bu hüküm onların harb etmemeleri şartına bağlıdır. Hizmet­çilerin, idarecilerin, hükümdarların öldürülmesini de Peygamber (s.a.v) yasaklamıştır. Kadınları ve çocukları öldürenler alınların­dan vurulmak üzere ölüm cezasına çarptırılırlar. Düşman tarafı, kadın ve çocuklarım kendilerine siper ediniyorlarsa yine de kadın ve çocukların öldürülmemesine çalışılır. Şayet düşmanı öldürebil-mek, Önlerinde bulunan kadın ve çocukları öldürmekle mümkün­se o zaman Öldürülmelerinde bir mahzur yoktur. Düşmanlar, müslüman esirleri kendilerine siper ediniyorlarsa, müslüman esirler öldürülmeden düşman öldürülemiyorsa müslüman esirler öldürülmezler. Kuşatma suretiyle müslümanlara ulaşmak, esaretten kurtulmak veya kurtarmak nasıl mümkünse o çareye baş vurulur. Azamî derecede düşmanın, ellerindeki müslüman esirleri öldürmelerinden, kaçınılır. Bir müslüman esir bir müslü-manı bilerek öldürürse katiline diyet ve keffâret gerekir. Müslü­man olduğunu bilmiyorsa yalnız keffâret gerekir.

Bâzı hukukçular uygun görmese de genel olarak düşmanın sa­vaş atları, binek hayvanları öldürülür. Hanzala b. Râhib, Uhud harbinde Ebû Süfyân'm atını öldürdü. Ebû Süfyân'ı da öldürmek üzere koştu, Ibn Şuub bu olayı görünce Hanzala'yı şu şiiri ile düel­loya davet etti:

"Efendimi, dostumu, göz bebeğim ve canımı elbette ki güneşin ışığından koruduğum gibi kılıç darbesinden de korurum."

Sonra Hanzala'ya kılıcını vurdu ve öldürdü. Bu esnada du­rumdan istifade eden Ebû Süfyan kaçıp kurtuldu. Ve o anda şu şii­ri söylüyordu:

"Atım sabahtan akşama kadar onlarla köpekler gibi, kişneye-rek harbe diyordu.

Onları yaralamak suretiyle öldürüyor, üstün olana teslim ol­malarını söylüyor, onların kılıç darbelerini kendimden uzaklaştı-rıyordum.

Atım öldürülünce beni kurtarmak için toy bir at aradım, İbnu Şuuba ne kadar minnet duysam azdır."

Ebû Süfyan'ın bu şiiri İbnu Şuub'a ulaşınca cevabî mahiyette, teşekkür etmeksizin şu şiiri söyledi:

"Ey Harbin oğlu, benim düşmanı uzaklaştırmam olmasaydı, cevap vermeye fırsat kalmaksızın seni o şahıs bu tepede telef eder­di.

Yüce yerde atın hilesi olmasaydı, köpekler ve sırtlanlar onun üzerine büyük bir uluma ile varırlardı."

Bir müslüman kendi atım öldürmek isterse: Anlatıldığına gö­re, Ca'fer b. Ebi Tâlib Mute Muharebesinde, harbin kızıştığı bir anda kırmızı atından inmiş ve öldürmüş, şehîd edilinceye kadar yaya harbetmiştir. Böylece müslümanlıkta atını ilk öldüren şahıs olmuştur. Fakat genel olarak hiçbir şahsın atını öldürmesi doğru karşılanmamıştır. Çünkü at düşmanla harbe hazırlanması emre­dilen bir harp vasıtasıdır. Âyet-i Kerîme'de de:

"Siz de onlara, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği ka­dar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanını ve sizin düşmanınızı... kor-

kutasmız." (KK. 8:60) buyurulmustur. Ca'fer etrafı düşmanla çevrildikten sonra atını düşmanın eline geçip onların kuvvet bul­maması için öldürmüştü. Sanki düşmanın atını öldürme gibi kendi atını öldürme mubah hâle gelmiştir. Yoksa din yönünden Ca'fer, dinin emrine bağlılıkta herkesten kuvvetli, hürmetlidir.

Harpte ordu düşmanla savaşırken, bir ara geri dönüp tekrar düşmanla karşılaşınca Peygamber (s.a.v) müslümanları harbe teşvik ediyor, orduyu geri, uygun bir yere çekiyordu. Müslüman­lar, "Aman fırâr başladı, fırâr, niçin kaçıyorsunuz?" diyorlardı. Peygamber (s.a.v) de, "Bu firar değil, fakat inşaallah bir harp oyu­nudur." diye cevap verdi. Bu bakımdan harp taktiği olarak geri çe­kilme doğru karşılanmıştır.[44]




[43] Neseî,büyû, 81.

[44] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 92-101.